Erdoğan liderliğine ABD’nin Türkiye niyetleri üzerinden bakmak
Hakikate ulaşmanın en temel yollarından biri mukayeseler yapmaktır.
Doğru bir mukayesede mutlaka hakikat kazanır.
İdeolojik miyopluktan farklı olarak; gerçek bir sevgi, saygı ya da nefretin dayanakları da güçlüdür.
Bu çerçevede Sayın Erdoğan’ın nasıl bir lider olduğunu anlamak için 1946-1947 yılına kadar gitmek ve Türk siyasi liderlerinin ABD’ye karşı nasıl bir imtihan verdiklerini hakkıyla anlamak gerekir.
Menderes’in, Ecevit’in, Demirel’in Hatta Özal’ın ve daha birçok siyasinin başına gelenler çok iyi bir aynadır bu konuda.
II. Dünya Savaşı koşullarının ABD’yi iyiden iyiye tarih sahnesine çıkardığı zamanlarda, Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik krizlerin, onu nasıl ABD’nin çarklarına ittiğini, hazin örnekleriyle deruhte etmek gerekir.
15 Temmuz 2016’da gerçek bir “arınma” yaşansa da ABD’nin hâlâ Türkiye’yi kendi “uydu”su olarak görme hastalığı, tam olarak tedavi edilebilmiş değildir ve sadece S-400 konusu bile bunun açık göstergesidir.
Bu hastalık, 1947 yılı koşullarında dâhil olduğumuz Marshall Planı ile devletimizin bağrına girdi; “Borç alan, emir alır!” ilkesini haklı çıkararak…
ABD için yardımların gayesi çok açıktı zira.
Nitekim ABD’li ekonomi profesörü David A. Baldwin, bu yolla bir ulusun diğer bir ulusu istediği yöne çekmeye çalıştığını ifade ederek “Dış yardımların amacı dost hükûmetlerin iktidarda kalmalarına yardımcı olmaktır.” der.
Yakın tarihimiz açısından bu ilkenin hep işlediğini görmek çok inciticidir.
Eski Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil; “Amerika şuna aldırmaz: Bir memlekette demokratik idare olmuş, fasit idare olmuş, şoven idare olmuş; ona hiç bakmaz. Amerika, o memleketin kendisine ne ölçüde tabi olduğuna, kendi politikasına ne dereceye kadar uydu hâline gelebileceğine bakar” sözüyle de dönemin içinden çok net bir fotoğraf çekerek ABD’li profesörü teyit eder.
Fakat Marshall yardımlarının serbest bırakıldığı yıllar için aynı farkındalığı söylemek mümkün değildir.
Meclis zabıtlarına ya da medyaya yansıyan konuşmalar; Batı’nın, Sovyet komünizmine karşı korunmasından sorumlu bir uç karakol görevinden habersiz gibi ABD’nin ne denli “merhametli(!)” olduğu yönündedir.
Falih Rıfkı Atay: “Böyle bir dünyada yaşamak isteyen herkes Amerikan bayrağında kendi yıldızını da görür.” diyecektir mesela.
Yine Mümtaz Faik Fenik de hızını alamaz ve: “Amerika’nın hududu Akdeniz’dedir.” diyerek sadakatini ve ezikliğini gösterir.
Milliyetçi damarın önde gelen ismi Hamdullah Suphi Tanrıöver de “Işık nereden geliyor? Bu ışığın bir membaı var: Yine Amerika” sözleriyle kervana katılır.
Bursa Milletvekili Muhittin Baha Pars, Prof. Dr. Fuat Köprülü, sol kanadın önemli ismi Zekeriya Sertel ve daha niceleri kutsama ayinine iştirak eder.
Hatta Pars kendini tutamaz ve Roosevelt’i, “peygamber gibi tertemiz ve kusursuz” ilan eder.
1946 nisan ayında İstanbul Limanı’na gelen Missuri zırhlısına karşı; üç kuruş ve köle eden/edecek bir yardım için bazı manda kafalıların sergilediği tavırlar da çok aşağılayıcıdır.
Savaşa girmeden esir oluşun da acı manzarasıdır bu.
Ulus Gazetesi’nin sayfalarını dolduran hazırlıklar, bu milletin kahraman tarihi ile hiç uyuşmayacak zelilliklerle doldur.
Sadece bütün taşıtlarımız ve sinemalarımız ücretsiz emirlerinde olmayacaktı ABD askerlerinin; sokaklar temizlenmiş, genelevin duvarları da boyanmıştı ayrıca.
Başka bir gazeteci hiç utanmadan bir Amerika bahriyelisinin ağzından şu sözleri bile aktarabilecekti: “Benim şikâyetim var; buradaki annelerden şikâyetçiyim. Kızlarını çok sıkıyorlar. Saat 6’dan sonra eve gitmek mecburiyeti var. Hâlbuki ben ancak saat 4-5 civarı karaya çıkıyorum. Ahbap olduğum kızlarla sadece iki saatçik görüşebiliyorum.”
Bu dayanılması zor satırları daha fazla uzatmayacağım.
Biraz da ABD’nin uydusu olmanın faturasını darbe ya da muhtıralarla ödeyen liderlerden bahsedip konuyu bağlayacağım.
Çünkü o saatten sonra devletin kalbine kadar giren, hatta bir istihbaratçının ifadesiyle “aldığı nefesten bile haberi olan” bir Amerika’nın bize biçtiği rol önemlidir.
Bu rolde minik bir sapmaya bile nasıl tahammül edilemediğini de tarih bütün gerçekleriyle göstermiştir.
1960 Darbesi’nin sebebinin, sadece Sovyetlere göz kırpmak olduğunu Fatin Rüştü Zorlu çok net olarak anlatır ve bunu hayatıyla ödeyenlerden biridir.
1971 Muhtırası’nın sebebi olan “haşhaş” ekiminin nelere mal olduğunu da Demirel’den okumak gerekiyor.
Kıbrıs Harekâtı’nda yaşananların tanığı da Erbakan ve Ecevit’tir.
Özal da bu esaret çemberini kırmak için çok ağır bedeller ödedi.
Amerika’nın bize biçtiği tarım ve hafif endüstri ülkesi olma rolünü, güçlü liderlik vasfıyla kıran Sayın Erdoğan da başta 15 Temmuz olmak üzere çok büyük tehditlerle karşılaştı.
Fakat bu ciddi badirelerden -hâlâ bazı sorunlar olsa da- büyük bir başarıyla çıkarak ülkeyi ağır sanayi, uzay teknolojileri ve savunma alanlarında -ABD’nin öfkesine sebep olacak kadar- ileri götürdü/götürüyor.
Çok uzattığım bu satırlar bile yazmak istediklerimin minik bir kısmına tekabül ediyor.
İşte bu tarihin künhüne varan her akıl, Sayın Erdoğan’ın çabalarına ve liderliğine çok daha fazla saygı duyacaktır.
Tabii bu ülke için gerçekten bağımsız bir gelecek arzusu var ise…
Diriliş Postası / İsmail öz