Vatandan gönül coğrafyasına işgaller
Kur’an-ı Kerim’de bir toplumun teşkilatlanmış hali olan devletin yükseliş ve çöküş kanunları açıklanmıştır. Toplum için vatanına sahip çıkmak, devletini iyi yönetimle güçlendirmekle olur.
Kötü yönetim, toplumun çözülüşü, devletin çökmesi ve vatanını koruyamaması demektir. Kötü yönetim, topluma yabancılaşmış, tağut yönetimi, yoldan çıkmış ve sadece kendi çıkarını düşünen küçük bir azınlık yönetimi, cahiliye demektir.
Tağutların cahiliye yönetiminin toplumu felakete götüreceği şu ayette açıklanmaktadır: “Bu yüzden biz her ülkede, hukuku çiğneyip suç işleyen ileri gelenlerine, orada entrika peşinde koşma, baskı ve sömürü düzeni kurma imkânı vermişizdir. Ne var ki onlar farkında olmadan yalnız kendilerini aldatırlar, kendi sonlarını hazırlarlar.” (Enam Suresi; Ayet: 123)
Bu uyaran, sarsan ve üzüntü veren ayet tarihe indiğinden beri on dört asır geçti. Bu ayet, Mekke’deki müşrik toplumun tağut yönetimini ve cahiliye düzeninin çöküşünü haber vermektedir..
Peygamber aleyhisselamın Mekke’de çektiği acıların üzerine yüzyıllarca yeni acılar istiflendi. Toplumun da bireyin de manevi hayatını her yana istiflenmiş sözkonusu acılar şekillendiriyor bir bakıma. Tarih, kurulu sistemlerin yıkılmasında çekiler acılardan oluşuyor. Değişimdeki acılardan kurtulmanın, kaçmanın en iyi yolu da unutmak oluyor. Hatırlamak, dehşete tutulmakla bir. Tarihe ilgisizlik, tarihi çarpıtma ve yalan tarih anlatımları da hakikati hatırlamaktan kaçış bir bakıma..
MELENKOLİK SİYASET
Unutuşun bulanık sularına salınmış acılar kimileyin şiddetle kimileyin inceden ama mutlaka duyuruyor kendini.
Mücadeleleri, ölümleri ve acıları hatırladıkça; hayatta olmak, mevcut sisteme uyumlu olmak, tarihle ve çağla hesaplaşılsa bile doğumdan ölüme “suçluluk duygusu”na hapsediyor insanı.
Karanlık, derin ve sessiz suçluluk duyguları değil bunlar; daha ziyade ateşli tartışmalar, bağırtılar şeklinde, öfke patlamaları halinde tezahür ediyor. Anlaşılırdır bu da; zira bu topraklarda “eleştiri” yapılmaz, “düşünce” üretilmez ve “yas” tutulamaz; çünkü despotik Batıcı iktidarlar buna müsaade etmez.
Bu yüzden siyasette kendini dayatan, egemen olan melankolidir. Trabzonlu Ali Şükrü’nün yası tutulmamıştır örneğin. İskilipli Atıf Efendi’nin, Esat Erbili Efendi’nin ne savunması
yapılmıştır ne de yası tutulmuştur. Üstat Necip Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumları eserinde Batıcı iktidarın zulümlerini, baskıyı ve yası tutulmamış olayları anlatır.
Darbe dönemlerinde can verenlerin gerçek anlamda savunması yapılmamış, hakları aranmamıştır.
Ölümün hayata galebe çaldığı çağdaş cahiliye toplumu siyaseten “idare etmek”, baskı kurmak, algı yönetimi ve cinayet eylemini süreklileştirmekle, soykırımla ve melankoliyi derinleştirmekle mümkündür ancak.
TAĞUT, CAHİLİYE VE ACILAR
Toplum, yoldan çıkmış küçük bir azınlığın, tağutun kapalı kapılar ardında alınan kararlarla, karanlıkta, cahili yönetimin kıyımıyla tarih sahnesinden çekilir. Bu durum şu ayette açıklanmıştır: “Allah müminlerin velîsidir; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin velileri ise tanrılık taslayan tağutlardır; onları aydınlıktan çıkarıp karanlıklara sokarlar. İşte bunlar ateşliklerdir, bunlar orada devamlı kalıcıdırlar” (Bakara Suresi; Ayet: 257).
Kendi akıl ve iradelerini düzgün kullanarak tanrılık taslayan tağutlar yerine Allah’a imanı tercih edenler, O’nun mânevî yakınları olurlar. Velâyet iki yoldan oluşur: Akrabalık ve iman. Baba, dede, amca... çocuğun, torunun, yeğenin velisi olduğu gibi mümin kadınlar ve erkekler de birbirlerinin velileridir (Tevbe 9/71). Veli, velâyeti altındaki insanı korur, menfaatini gözetir, yardımcısı olur, tarafını tutar, sahiplenir ve gerektiğinde temsil eder. Bu âyette Allah, imana bağlı velâyet çerçevesine kendisini de dahil etmektedir. Bu müminler için büyük bir şeref, güven kaynağı ve heyecan vesilesidir. Velisi Allah olan bir müminin elbette yolu aydınlık olur, yüce velisi onu karanlıklardan çıkarır, nura ve aydınlığa kavuşturur; kalbi huzurlu ve nurlu, zihni berrak, aklı karışıklıktan uzak olur, yani mümin için tabii hal budur. İslam toplumu, Kur’an devletinde ilme dayalı, hukuku üstün tutan, açık, aydınlık, mutluluğu amaçlayan peygamberin mirasçısı halifelerle yönetilir. Bu normal durumu bozan ârızaların giderilmesi için de istikamet üzere yaşamak gerekmektedir.
Tanrılık taslayan tağutları veli edinenlerin, velayetine girenlerin durumu ise müminlerinkinin aksinedir: Nur yerine zulmet, aydınlık yerine karanlık, huzur yerine huzursuzluk, akıl karışıklığı, sapıklık ve anarşi. Tağutların cahiliye düzeni, korku kültürü dayatan, baskı ve sömürü düzenidir.
Tağut, öldürür, kitle eksilir. Eksikliğin onarılmasına, kayıpların yerlerinin doldurulmasına, hiç değilse dertlerin hafifletilmesine göz yumulmaz. Hayatta kalanlara, hayatta kalmaları zehir edilir. Bir kez zehirlendikten sonra mutlak unutuş söz konusu olamaz.
Tağut iktidarı hatırlatır, kitle unutamaz. İmajlar, sesler, imgeler seferber edilir. “Haber alma özgürlüğü” haber alma kâbusuna dönüştürülmüştür. Zalim “gündem” kendisi dışında herhangi bir düşünceye, bir duyguya yer bırakmaz.
Vicdan konuşmaya gerçeklikse susmaya kışkırtır. Konuşma ve susma arasında gerilmiş bir varoluş da insanı takatsiz düşürür. Düşürüyor.
VATANDAN GÖNÜL COĞRAFYASINA İŞGALLER
“İslam ülkesi” denilen sevilmiş, gönül coğrafyası görülmüş, ait hissedilmiş bir “yer” var. Atlasların, haritaların, coğrafya ve tarih kitaplarının anlattığından başka bir ülkedir bu. Müslümanın yaşamak zorunda olduğu, hayatının onun içinde şekillendiği, anılarının biriktiği bir mekân olarak ülke. Acılar öznenin aidiyet duygusunu zedelemiştir ama bağlarından kopmak üzere olsa da İslam ülkesi vardır, Batılı dünya güçleri tarafından parçalanmış, işgal edilmiş, kukla tağut yönetimleri kurulmuş, cahiliye yönetimiyle yönetilen haliyle orada.
Acıların yoğunlaşması Müslümanı kaçınılmaz olarak yersiz yurtsuz hale getirmektedir. Bu artık ülke olmayan ülkede acıları anlatmanın, göstermenin, ifade etmenin yol ve yöntemleri de tükenmektedir. Tükeniyor her geçen gün. Her ölümle, her acıyla alacakaranlık bakışlar daha da koyulaşıyor, kimse kimseyi göremiyor, işitemiyor; görse yahut işitse de elden bir şey gelmiyor.. Hayat, sonu ölümle noktalanan bir savaş haline geliyor.
Her şey yaşandı gibi bu Batı’yla savaşta. Artık daha korkunç bir felaketi beklemenin bir anlamı yok gibi. Ne yapmalı sorusunun kolektif ve bireysel olarak bunca boşa düştüğü başka bir dönem var mıydı acaba geçmişte? Sahi geçmiş diye bir şey var mı? Milyonlarca varoluşun geriye bıraktığı kırık dökük hikâye parçalarına geçmiş mi demeli? Dememeli. Bu hikâyeler yeni hikâyelere düğümleniyorsa, şimdiye sızıyorsa dememeli. Ölenler, ölmüyor. Yaşayanlar bu yüzden yaşayamıyor. Kopuk savruk hikâyeler(imiz) zamanın kuytularına, seherlere saçılıyor, o kadar.
Neşeden eser kalmadı. Suçluluk duygusundan, utançtan ötürü hayattan tat alınamaz hale gelindi. Hüzünlerin üç beş kelimeyle bile olsa dile getirileceği o “buluşma yerleri” de, mabetler, yurt yuva da talan edilmek isteniyor. Bütün İslam ülkesi Filistin olsun, Gazze olsun isteniyor. Sevinçler bir yana, ne hüzünde ne acıda bir araya gelinebiliyor artık. Umudun hanesi tahliye ediliyor sanki. Denizanaları gibi yan yana ama dağınık ve kopuk hayatlarımızla, “ülkemiz, toprağımız, her şeyimiz” diyerek, “söylediğimiz” şeyleri aşıp geride bırakmak, yani “gitmek” de mümkün değil.
Gidilecek bir yer yok. Küre üzerindeki her yer aynı. Kalıyoruz. Kan pıhtıları gibi. Öylece. Kalalım...