Ahlakı gündeme taşımalıyız..
Her tarihsel dönemde her toplumda ve her kültürde, insanların eylemlerini “iyi” ve “kötü” olarak ayırım yapmasına yarayan, buyurucu nitelikte ve olması gerekeni ifade eden değerler bulunur.
Toplumun belli bir tarihsel dönemde belli türden inanç, eğilim, düşünce, töre, alışkanlık, gelenek vb. ve bunlarda içerilmiş olan değer, buyruk, norm ve yasaklara göre düzenlenmiş ve bu haliyle yerleşmiş, gelenekleşmiş yaşam biçimine ahlâk (moral) denir.
Ahlâk kavramı, genellikle insanların yaşarken uydukları ilkeler bütünü, yazılı olmayan kurallar toplamı anlamında kullanılmaktadır.
Kısaca ahlak insanların birbirlerine karşı gösterdikleri davranışlarını düzenleyen, yöneten ve onlara kılavuzluk eden ilke ve kurallar bütünüdür.
Bu yazıda ahlakın teorik boyutunu anlatacağım.. Ahlakı, hukuku ve siyaset felsefesini gündeme taşımalıyız.
AHLÂKA TEORİK YAKLAŞIM
Ahlâka teorik ve pratik olmak üzere iki tür yaklaşım vardır. Bizim ‘ahlak ilmi’ dediğimiz, Batılların ‘etik’ olarak adlandırdığı ahlâka ‘teorik yaklaşım’, ahlâktan farklı olarak, bu davranışları felsefî olarak inceleyen, açıklamaya ve son tahlilde değerlendirmeye çalışan felsefî soruşturma dalıdır.
Ahlâk üzerine düşünmeye ve akıl yürütmeye, felsefe yapmaya başlanınca, artık etik ya da ahlâk felsefesi de denilen felsefe alanına adım adılmış olur.
Ahlâk felsefesi, insan hayatına nasıl yaşanması gerektiği konusunda kurallar koymayı amaçlar. Ahlâk felsefesinin temel meselesi, ödev, yükümlülük / sorumluluk, erdem, iyi ve kötü kavramlaştırmaları; bunlara ilişkin yargıların irdelenmesidir.
Felsefe, bir bilim dalı olarak varlık, bilgi ve değer sütunları üstünde yükselir. Felsefede değerler alanında etik, hukuk, politika, sanat vs uygulama alanları bulunmakta; bunlardan etikte ise ahlâk felsefeleri tartışılmaktadır; kısaca etik, ahlâkî olanın özünü ve temellerini araştıran felsefe öğretilerinden oluşmaktadır.
İnsanın kişisel ve toplumsal yaşamındaki ahlâkî davranışları ile ilgili sorunları ele alıp inceleyen bir felsefe dalını ifade eder etik. Bir başka söyleyişle etik, “İyi nedir?” ya da “Ne yapmalıyız?” gibi birtakım ahlaki soruları kendisine ödev olarak koyan felsefe dalı olarak tanımlanabilir.
ALGILAMAK, GERÇEKLİĞİ DEĞERLENDİRMEKTİR
İnsanların gerçekliğin karşısında salt seyirci olarak durmaz; olgusal dünyayı yalnız seyretmekle kalmaz, aynı zamanda değerlendirmeye de girişir.
İnsan, beş duyunun zihne taşıdığı gerçekliği, doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü, güzel ya da çirkin, acı ya da tatlı, soylu ya da soysuz, kutlu ya da kutsuz bulur.
Salt seyirci tutuma, ancak büyük güçlükle ulaşabilir insanoğlu; doğrudur, nesnel yaklaşım denen bu tanıklık tutumunu ancak ender anlarda yapabilmekteyiz.
Hayatımız genellikle değerlendirmeyle, değerlerle belirlenir.
Ahlâkî değerlerde kendine özgü olan, eyleme yönelik, iyiliğe ilişkin bir istektir. Yani ahlaki değerler, bütün değerler gibi olması gerekeni değil, hep yapılması gerekeni içerirler.
Dinî değerler, estetik ve ahlâkî tepkilerin çok büyük bir kısmıyla iç içe vaziyette bulunur; dinî değerler, ahlâkî ya da estetik değerlere giriyormuş gibi görünürler.
Sözgelimi, ‘adam öldürme’ ahlâkî açıdan caniliktir, kötü bir eylemdir; hukuki açıdan cezası olan bir suçtur, oysa dini açıdan bambaşka bir şeydir, yani günahtır.
DEĞERLENDİRME SÜREÇLERİ
Değer problemi, felsefenin ana konularından biridir. Değerler alanı, hem pratiği hem de teoriyi içine almaktadır.
Sokrat’tan önceki filozoflarda felsefî araştırmanın temelini tabiat metafiziği oluşturuyordu. Ancak Sofistler ve Sokrat’tan itibaren insan ve değer problemi ortaya çıkmıştır. Bu yüzden Batı düşüncesinde değer felsefesi, zımnen Sokrat’la, hatta Sofistlerle başladığı söylenebilir.
Yalnız varolan bir şeyin değeri olabilir. Değer, varoluş alanına aittir. Var olmayan şeyin değeri olamaz. Değer, her şeyden önce bir varlığın tespitine dayanır ve ancak sezgi ile kavranabilir. Değerler, sezgi ile, yani duyu ve duygu ile kavrandıktan sonra kavramlarla ve önermelerle ifade edilir.
Değerde asıl olan sezgidir, değer mantığı değildir. Asıl olan değerin varlığıdır, değer üzerine hüküm değildir. İnsanlarda kavramlardan önce bir değer sezgisi vardır. Değer, hakikat nevinden ifade edilince, bir değer mantığı halini alır.
Ortak duyu anlamı ile değer (kıymet) deyince, bizim kendisine muhtaç olduğumuz, kendisini aradığımız, bizi tamamlayan bir şeyi anlarız. Bu, en ilkel şeklinden en yüksek derecesine kadar bütün değerleri içine alabilir.
Sözgelimi, “Su bir değerdir” dediğimizde, her susadığımız vakit kendisini aradığımız ve kendisi ile ihtiyacımızı karşıladığımız şeyi anlamaktayız. Bu tahlile göre, değerde ilk bakışta psikolojik cihetten tamamlanmak istenen değerlendirme süreçleri karşısında bulunmaktayız.
OBJE, İHTİYAÇ VE DEĞER
Esasında fizik ihtiyaçlarımıza (gıda, barınak, giysi gibi ihtiyaçlara) ait konularla yüksek varlık derecelerine (estetik tablo) yönelen ihtiyaçlar arasındaki ayrılık, onlara başka açılardan bakılmasından ileri gelir. Yoksa sırf aralarında süje-obje ilişkisi olması bakımından bir fark yoktur.
İnsan, kendi dışındaki bir şeye, herhangi bir objeye yönelmedikçe, onda ihtiyaçtan söz edilemez. Herhangi bir şey, yani ihtiyacın objesi, şimdi hazır bulunmayan bir şeydir. Şu halde ihtiyaç, bilincin bulunmayış haline yönelmesi demektir.
İhtiyaç, kendi başına var olan objeye çevrilen bilincin eylemidir. Onun yöneldiği obje de değerdir. Obje, bizim yoksun olduğumuz şey olduğundan, halen hazır değil, ancak ilerde hazır olabilecek olan şeydir.
Değerde ihtiyaç, bulunmayan objeye çevrildiği her değer sürecinde süje, bulunmayan obje ile tamamlandığı için her değer sürecinde süje ile bulunmayan obje arasında duyu verileri ve arzular, bu objelerin tamamlayıcıları ve muhtevaları görevini görürler.
DEĞERLERİN AYIRIMLARI
Değerler alanı, duyulur âleminden duyulur-olmayan âleme, gerçekten ideale yönelen bir eylem içinde gelişir. Her değer tespiti, süje ile obje arasına duyu verilerinin girmesi ile mümkün olduğu, süjeden objeye doğru yürüyüş, ancak bu verilerin genişlemesi ile kabil olacağı için, değerlendirme süreci ilerleyici bir süreçtir.
Duyulur verilerden kazandığımız her yeni adım ile değer alanı biraz daha genişler. Değer daima değerlendirme içinde meydana çıkar. Her değerlendirmede, hem süje hem aşkın obje, hem de ikisi arasında duyu verileri olacaktır. Eylem içinde değerlendirmenin hedefi olan aşkın obje, değerin kendisi olacaktır.
Değerlendirme, bilmede olduğu gibi bilinenlerin aynılaştırılması şeklinde değil; bizde eksik olan ve bilinmeyen bir şeye bilinen nitelikler aracılığı ile nüfuz etmeden doğar. Eksikliğini duyduğumuz, fakat ne olduğunu bilmediğimiz bir şeye yöneliriz ki, ihtiyaç tam da odur.
Değer, kişinin, isteyen, gereksinme duyan, erek koyan bir varlık olarak nesne ile bağlantısında beliren bir şeydir. İnsanların gereksinme, duyma biçimi ve istemelerinin türlü türlü oluşu, değerlemeleri de çoğalttığından sayısız değer türleriyle karşılaşılır. Ayrıca, birine yüksek bir değer olarak görünen bir şey, bir başkasına değeri az ya da değersiz olarak görünebilir.
Değerler, biçimsel olarak, olumlu ve olumsuz, göreli ve salt, öznel ve nesnel değerler olarak ayrılırlar; içerik bakımından ise, nesne değerleri (hoş, yararlı, kullanışlı), mantıksal değerler (doğru, yanlış), ahlâksal değerler (iyi, kötü), sanat değerleri (güzel, çirkin), dinsel değerler (sevap, günah) olarak ayrılırlar.
DEĞER HÜKÜMLERİ
Ahlâkî davranışın en ayırt edici özelliği, birtakım insanların ve düşüncelerin iyi ve kötü hükümleri çerçevesinde ele alınmasıdır. Biz bu türlü hükümlere değer hükümleri adını vermekteyiz. Değer hükümleri, bir şeyin arzu edilebilir (iyi) veya edilemez (kötü) olduğunu belirten ifadelerdir.
İnsanlar, şeyler, insanların davranış ve niyetleri hakkında değer hükümleri veririz. Sözgelimi, “Çalışkanlık iyi bir vasıftır”, “Yardımseverlik erdemdir”, “Mehmet iyi çocuktur”gibi.
Değerler, bizim zihnî (kognitiv) muhtevamızın başlıca unsurlarıdır. İnsanın, iyi ve kötü kategorilerine sokmadığı düşünce ve davranış pek azdır. Değer hükmü, bir şeyin arzu edilir veya edilemez olduğunu belirten ifade olduğuna göre, o halde değer bir şeyin arzu edilebilir veya edilemez olduğu hakkındaki bir inançtır. Fakat değer, acaba sadece bir inançtan, sübjektif bir yakıştırmadan mı ibarettir? Bizim inancımızın dışında objektif bir gerçeği temsil etmez mi? İşte ahlâk felsefesinin en eski, en çözülemez ve en çetrefilli görünen meselesi işte budur.
Dolayısıyla çeşitli felsefî ekoller ahlâkın dayandırılması gereken temel değer konusunda değişik görüşler getirmişlerdir. Nitekim bu bağlamda kelamî düşünce geleneğinde de “İlâhî Öznellik” ve “İlâhî Nesnellik” olmak üzere iki değer teorisinin geliştirildiğine ve bu iki değer teorisinin temel dinamiklerinin ve açılımlarının nesnellik, öznellik, mutlaklık ve görecelik kavramları ışığında ortaya konduğuna tanık olmaktayız.
Ahlak felsefesini böyle ana hatlarıyla ortaya koyduk bu yazıda. Kelam ilminde ve Maturidilik’te ahlak konusunu anlatarak, daha sonra da ahlak hukuk ilişkisi, hukuk sosyolojisi ve hukuk siyaset ilişkisine kadar pek çok konuyu düşünmeye devam edeceğiz inşallah.
-
Rutruso 6 ay önce Şikayet EtAman siz taşımayınBeğen