Türkiye, Batıcılık ve NATO
4 Nisan 1949 tarihinde ABD, Kanada, İngiltere, Fransa, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, İtalya, Danimarka, Norveç, Portekiz ve İzlanda arasında Kuzey Atlantik Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma 24 Ağustos’ta yürürlüğe girerek Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nü (NATO) doğurdu.
Truman, Marshall Planı ve NATO’yu “bir elmanın iki yarısı” olarak açıkladı. Kuzey Atlantik Antlaşması, antlaşmaya imza koyan devletlerarasında çok geniş bir işbirliğinin oluşturulması için gerekli bir çerçeve oluşturmuştur. NATO saldırıyı önlemeyi ve saldırıya karşı koymayı amaç edinmekle birlikte siyasal, ekonomik, askerî ve diğer alanlarda sürekli dayanışma ve işbirliğini öngörmekteydi.
NATO’nun kuruluşu, ABD tarafından geliştirilen dört amaca dayanıyordu: SSCB’yi çevrelemek, Batı Avrupa ülkelerini Kapitalist dünya ekonomi sistemi içinde tutmak, ABD’yi Avrupa içinde tutmak ve hem Avrupa’da hem de Avrupa dışında yeni sosyalist devrimlerin gerçekleşmesini önlemek[1].
Türkiye’nin Batılı devletler tarafından, Sovyetler Birliği’nin yayılmacı emellerine son vermek adına kurulan NATO’ya dâhil olma düşüncesi aslında, Batı bloğu içerisinde yer alma girişimlerinin bir sonucudur. Bu dönemdeki Batıcı politika şöyle özetlenebilir: Türkiye’yi Batı Devletleriyle ilişki kurmaya iten ve Batıya yaklaştıran nedenler; ekonomik kalkınması için ihtiyaç duyduğu dış yardım, Atatürk tarafından başlatılan çağdaşlaşma hareketinin kendisinden sonra gelen siyasilerce Batı devletleriyle sıkı ilişkiler kurulması şeklinde devam ettirilme isteğidir.
Batı Avrupa’da kurulan birliğe, ABD’nin henüz şekil ve şartları belli olmayan birtakım taahhütlerle katılma ihtimalinin belirdiği sıralarda ABD Washington Büyükelçisi Feridun Cemal Erkin’e Türkiye’nin Batı Birliği’ne ve ABD’nin katılacağı ittifaka girmesini sağlamakla ilgili görevler verilmiştir[2]. Erkin, Amerikan yetkilileriyle yaptığı pazarlıklar sonucu Amerikan yönetiminin Türkiye’yi NATO’ya kabul etmedeki isteksizliğini gördü ve bunun üzerine Amerikan destekli bir Akdeniz paktının kurulması için çabasını yoğunlaştırdı. Ancak İtalya’nın NATO’ya alınması ve ABD’nin bölgesel ittifaklara soğuk bakması bu çabayı da sonuçsuz bıraktı[3]. Kısaca NATO’nun kuruluşu, Türkiye’de hem dönemin CHP Hükümeti hem de Demokrat Parti tarafından memnuniyetle karşılandı.
Demokrat Parti seçimleri kazanmadan önce Mayıs ayında Başbakan Şemsettin Günaltay Ankara Radyosu’nda ülkenin genel meselelerini anlatırken, konuşmasının bir bölümünde NATO’ya girişe uzanan süreç hakkında şöyle diyordu: “Truman Doktrini bu devrede ilan edilmiştir. Türkiye’ye silah yardımı hakkında ABD Devletleriyle yapılan antlaşma bu devrede imzalanmıştır. Avrupa’yı iktisadî bakımdan kalkındırmak için yapılan yardımdan Türkiye’nin istifade etmesi bu devrede temin olunmuş, Türkiye Avrupa iktisadî işbirliğine girmiş, Amerika ile sıkı dostluk ve işbirliği geniş nispette artmıştır... İngiltere ve Fransa ile mevcut ittifakımız geçen yıl tekrar teyit edilmiştir. İtalya Hükümeti ile de son günlerde bir dostluk muahedesi imza etmiş bulunuyoruz. Gene geçen yıl, Türkiye bir Avrupa Devleti olarak Avrupa Birliği Konseyi’ne katılmaya davet edilmiştir... Dış siyasetimiz bakımından, Batı âlemi ile olan bugünkü işbirliğimiz tarihi hiçbir devirde görülmemiş derecede genişlemiş ve kuvvetlenmiştir[4]”
Bu konuşmada Günaltay, CHP yönetiminin iktidardayken izlediği ve altına imza attığı dış politikayı ifade ederek adeta Demokrat Parti’ye bıraktığı dış politika mirasını açıklıyordu. DP’nin genel olarak dış politika anlayışı ve özellikle ABD ile ilişkilere bakışı, esas olarak CHP’nin dış politika anlayışı ile bir fark göstermemiştir. DP’nin seçim beyannamesinde şöyle denilmektedir: “Bugün herhangi bir partinin değil bütün milletin müşterek kanaatinin bir ifadesi olan siyasetimiz meselesinde fazla bir şey söyleme lüzumu görmüyoruz. ABD ile siyasi ve iktisadî münasebetlerimizi samimiyet ve anlayış havası içinde her gün daha kuvvetlendirmek en büyük emelimizdir[5]”
Yeni hükümet; hem Amerika’yla hem de Amerika’nın müttefiki Batı Avrupa’yla ilişkilerini geliştirmek ve böylece Türkiye’nin NATO’ya girişini kolaylaştırmak amacıyla ABD’den ve Batı Avrupa’dan herhangi bir talep gelmemesine rağmen, 25 Temmuz 1950 tarihinde bir aydır sürmekte olan Kore Savaşı’na 4.500 asker yollayacağını açıkladı. Demokrat Parti iktidarı bu kararı TBMM’de tartışmaya sunmadan aldı ve TBMM’nin onayı alınmadan 4.500 askeri Kore Savaşı’na gönderdi. Ana muhalefet partisi CHP, asker gönderme kararının Meclis’te tartışılmaya sunulmamasını ve Meclis onayı olmaksızın bu kararın uygulanmasını protesto etmiş olsa da, savaşın ilerleyen günlerinde “BM idealine ve ABD dostluğuna bağlıyız” diyerek Kore’ye asker gönderilmesine tam destek verdi. Kore’ye asker gönderme kararının alınmasından beş gün sonra, 1 Ağustos 1950’de, Türkiye ikinci defa NATO’ya üyelik başvurusunda bulundu. Fakat ikinci başvuru da Eylül ayında toplanan NATO Bakanlar Konseyi’nde reddedildi ve böylece ikinci “ulusal hayal kırıklığı” yaşandı[6].
Başvuruların reddedilmesinin üç temel nedeni vardı: ABD, Yunanistan ve Türkiye’yi içine alacak bir Akdeniz Paktı’nın oluşturulmasını istiyordu. İngiltere ise kendi kontrolünde Türkiye, Yunanistan, İtalya ve Mısır’ı içine alacak bir Ortadoğu Komutanlığı (Middle East Command) örgütünün oluşturulmasını istiyordu. Üçüncüsü; Norveç ve Danimarka, NATO’nun sadece bir savunma ittifakı olmadığını siyasal, kültürel ve sosyal açıdan birbirine benzeyen devletlerin bir araya gelmesiyle oluştuğunu vurgulayarak, Batı Avrupa ve Atlantik bölgesiyle ortak değerleri paylaşmayan Türkiye ve Yunanistan’ın üyeliklerine karşı çıkmaktaydı. Bu nedenlere rağmen 16-20 Eylül 1951’de yapılan NATO Bakanlar Konseyi toplantısında Türkiye ile Yunanistan’ın İttifak’a çağrılmasına karar verildi. Ve nihayet iki komşu ülke 18 Şubat 1952’de resmen NATO’ya katıldı. Böylece Türkiye’nin NATO’yla ilgili “ulusal hayal kırıklığı” sona ermiş oldu. Akdeniz Paktı projesi de çöp oldu.
Falih Rıfkı Atay ise NATO’ya üye olunduktan sonra Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin üzerine aldığı sorumlulukları kısaca şu şekilde yorumladı: “... Atlantik Paktı’na girmekle yalnız güvenlik teminatı almış değiliz. Birtakım vazife ve mesuliyetler altına da girmişizdir. Türkiye artık bir üçüncü dünya harbinin dışında kalamaz...[7]” Türkiye’nin NATO’ya girişi, 1947 Truman Doktrini’nden itibaren belirginleşen batı yanlısı tutumun resmi bir ittifak içinde devam ettirileceğini belgelemiştir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya, hem Avrupa hem de uluslararası sistem açısından çok büyük değişikliklere tanık oldu. Avrupalı büyük güçler savaş sonrasında uluslararası politika ve ekonomide başat aktör olma pozisyonlarını yitirdi. Avrupalı büyük devletlerin yerini başat aktörler olarak Amerika Birleşik Devletleri (ABD) aldı. Böylece ABD liderliğinde, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyin’de görülen Avrupa’dan İngiltere ve Fransa, Asya’dan Rusya ve Çin ile bir dünya koalisyonu kuruldu. Böylece bugüne kadar devam edecek olan siyasal, ekonomik ve askeri rekabete dayalı “dünya sistemi” dönemi başladı. Kuruluşundan itibaren Batılı olma/Batılılaşma politikaları güden Türkiye Cumhuriyeti bu dünya sisteminde, Kapitalist blokta yer aldı. ABD’nin 2. Dünya Savaşı sonrası uygulamaya koyduğu dış politikaya göre Türkiye Cumhuriyeti, Yunanistan ve İsrail doğu Akdeniz’deki üssü olarak vaziyet ve istikamet edilmiştir.
Truman Doktrini’nin bir sonucu olarak ortaya çıkan Marshall Planı ile yapılan yardımlarda Türkiye’nin, Batı Avrupa’nın kalkınmasında “yardımcı güç” olarak yer alması sağlanmış, yine ABD’nin istekleri doğrultusunda Türkiye, sanayi yerine tarımda kalkınmayı öncelikli hedefi haline getirmiştir. Türkiye’nin uzun vadede ihtiyaçları ortaya konmadan, kapsamlı bir çalışma yapılmadan hazırlanan kalkınma planları Türkiye nüfusu ve işgücü potansiyeli düşünülmeden uygulamaya konulmuş, bu da uzun vadede issizlik ve enflasyon gibi ekonomik bunalımları siyasi hayata yerleştirmiştir.
Marshall Planı kapsamında yardımların alındığı dört yıllık süreçte, Avrupa’nın sanayileşmesi hedeflenirken, Türkiye’ye de tarım ülkesi olması rolü biçilmiş, sanayileşme geciktirilmiştir. Türkiye, kısa sürede, İkinci Dünya Savaşı sonunda ekonomik açıdan çok daha ileri bir düzeyde olduğu Avrupa’nın gerisine düşmüştür. Avrupa İkinci Dünya Savaşı’nın enkazını 1977’ye kadar temizlerken Türkiye Batıcı politikalarla eli kolu bağlı beklemiştir çünkü. 2002’ye kadar inşa edilen dünya sisteminde de kıyıda bırakılmıştır. 2002’den beri dünya sisteminin ticaret ve finans mobilizasyon mekanizmaları sorunsuz, uyumlu ve verimli çalışır hale getirilmiştir.
1947 yılından sonra yapılan Antlaşmalar ve Türkiye’nin NATO üyesi olması sonucunda, günümüzde yaşanan Filistin, Afganistan, Irak, Suriye gibi ülkelere Batılı emperyalist güçlerce yapılan işgallere halkının büyük çoğunluğunun karşı olmasına rağmen Türkiye seyirci olarak izlemek zorunda kalmaktadır. BM’nin temsil ettiği dünya sistemi her geçen gün sultasını pekiştirirken ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin aralarındaki rekabeti büyütüp dünya kaynaklarını paylaşmada ellerini daha da güçlendirmektedir.
[1] Gönlübol M. - Ülman H. (1966). Türk Dış Politikasının Yirmi Yılı (1945-1965), SBFD, Cilt: XXI, No: l, Ankara.
[2] Erkin, F. C., “Batı Avrupa Birliği ve NATO’nun Doğuşu, Türkiye’nin NATO’ya Girişi”, Türkiye ve NATO, Türk Atlantik Antlaşma Derneği Yayınları, No: l, Ankara. 1948,s.9
[3] Erkin, a.g.e, s.22
[4]Ayın Tarihi, No:198, Mayıs 1950, s.31.
[5]Ayın Tarihi, No:198, Mayıs 1950, s.60.
[6] Faruk Sönmezoğlu, II. Dünya Savaşı’ndan Günümüze Türk Dış Politikası, Der Yayınları, İstanbul, 2006, s. 42-47.
[7] Ulus, 22 Şubat 1952.