Nuray Kayacan
Nuray Kayacan
HABER7 YAZARI
TÜM YAZILARI

Kapitalizmin doğduğu ülke!

GİRİŞ 04.03.2011 GÜNCELLEME 04.03.2011 YAZARLAR

Nuray Kahraman'ın Hollanda izlenimleri - 1

Hollanda’ya birkaç kez gittim. Hollanda’ya birkaç kez daha gitmek isterim. Haftalarca Amsterdam’da kalmak ve bir roman yazmak... Kanal boyu yürümek, bisiklete binmek, yeşili ve bozulmamış doğayı kana kana içerken gözlerim, ilham olan sözcüklerin üşüşmesine nasıl olur da  engel olabilirim?

Ülkenin Künyesi...

Tam adı, Hollanda Krallığı olan ülkenin yüzölçümü: 41 526 km², başkenti Amsterdam ve para birimi Euro. Nüfusu: 16 067 754 kişi olan ülke de konuşulan dil ise Flemenkçe. Ortalama ömür: 78.58 yıl. Okur yazarlık oranı % 99 ki bu dünya çapında en yüksek oran. Kişi başına düşen milli gelir: 25 800 $. Bu da kıstasınız ne olursa olsun, çok iyi para.

Hollanda’da siyasi rejim parlamento esasına dayanan anayasal bir monarşi. Kraliyet makamı, kral, kraliçe ve bakanlardan ibaret. Kralın anayasaya göre dokunulmazlığı var. Bakanlar parlamentoya karşı sorumlular. Hanedan Orange Sülalesinden. Ama gönül bu, Prens gidiyor Arjantin’den bir gelin alıyor. Yani artık soyları karışmış durumda. Ülke on bir eyaletten meydana geliyor ve her eyalet iç işlerinde bağımsız, dış işlerinde ise merkezi hükümete bağlılar. Eyalet Meclisi, Eyalet Temsilciler Meclisi ve Kraliçenin Komseri denilen Vali tarafından yönetilmekte.

Sömürgelerin Üzerinden Zenginleşen Avrupalılar...

Endonezya’yı, Güney Afrika’yı, Latin Amerika’daki Guyana’nın bir bölümünü, Hollanda Antillerini, Kuzey Amerika’nın kuzey doğu kıyılarını sömürgeleştiren Hollandalılar, Amerika’daki New York şehrini de kurmuşlar. Amerika ve Güney Afrika’yı, Boer savaşıyla İngilizlere kaptırıverince geriye iki sömürgesi, Aruba ve Hollanda Antilleri kalakalmış. Topraklarının küçüklüğü nedeniyle deniz ve ticaret alanlarındaki başarılarıyla tarih sahnesine adını yazdıran Hollanda, 17. yüzyıl da baskıdan kaçan aydın ve sanatçılara “Ne olursan ol, yine gel!” diyerek bu insanlara kucağını açmış ve bu sayede ‘Özgürlükler Ülkesi’ olarak da anılır olmuş.

 

Kemerlerinizi Bağlayın İnişe Geçiyoruz...

Uçağımızın inişe geçmesiyle ekili düz araziyi pare pare görüyoruz.  Kabaca Konya kadar bir ülke; toprakları az, buna rağmen nüfus yoğunluğu fazla ve yine buna rağmen dinginlik ve sukunet akıyor damla damla.

Topraklarının dörtte biri deniz seviyesinin altında olan bir ülke Hollanda. Bu eksi rakım kimi yerlerde 6-7 metreyi buluyor. Anlayacağınız üzere burada insanların korkusu su altında kalmak.

Okyanus sularını setlerle engelliyorlar. Ve bu setlerin yüksekliğini deniz seviyesinin yükselmesiyle paralel olarak arttırılıyor. Küresel ısınma ile birlikte, buzulların erimesini mütakiben ülkenin zaman içinde sular altında kalacağına kesin gözüyle bakılıyor. Allah’tan hayırlısı. Anlayacağınız  gece yastığa başınızı koyduğunuzda depremden değil, selden korkuyorsunuz. Her yerin afeti başka tabi. Deniz seviyesinin altında olmanız sizi garip bir ürkme hissiyle burun buruna getiriyor. Denizi tutan setlerden sadece biri bile çatlasa ve yıkılsa metrelerce suyun altında kalıp, Nuh Kavmi gibi helak olmanız an be an meselesi.Maxicep.com - Hollanda/ Genel Bilgi / Resmi Dili / Çoğrafi Yapısı / İklimi / Demografisi

Dam Meydanı...

Sabah oluyor, doğruca merkez olarak kabul gören Dame Meydanı’na gidiyoruz. Burası şehrin diğer alanlarına göre kalabalık ve binaların mimarisi daha farklı. Ülkede ender olan yüksek binaları burada görebiliyorsunuz. Özellikle kütüphane binasına bayıldım. Çocuklar için oynayıp, etkinlik yapabilecekleri ayrı bölümü olan, rahatlıkla kitap okuyabileceğiniz, müzik dinleyebileceğiniz, internete girebileceğiniz çok güzel bir mekan. Ayrıca en üst kattaki kafenin terasından şehri seyredip fotoğraflayabiliyorsunuz.

Kültür turumuza ara verip tekne turuna yöneliyoruz. Bu ülkenin en güzel yönü bu işte: küçük olduğundan mesafeler yakın, semt geçer gibi geçiyorsunuz şehirlerden. Başkente en uzak mesafe sadece 150 km. Buna rağmen kaç kez giderseniz gidin, yeni yerler, müzeler, çok iyi düşünülerek oluşturulmuş görülmeye değer projeler mutlaka oluyor. Bu kadar turist çekebilmesinde turizme olan yatırımın payı çok büyük.

Kanallarında Hayat Bulur Amsterdam Şehri.

Tekneye binmeden adet olduğu üzere resmimizi çekiyorlar. Fonda Amsterdam görüntüleri olan kartpostal tadındaki fotoğrafın altına da bulunduğunuz yılın takvimi yerleştirilmiş. Çok iyi düşünülmüş, bu şekliyle hatıra resmine işlev de kazandırmışlar.

Tekne ile kanal boyu yapılan geziler, bir turistin el kitabının olmazsa olmaz ilk maddesi. Eni boyu geniş, lakin yüksekliği oldukça az olan bu teknelerin üzeri camla kaplı. Böylelikle manzarayı tam manasıyla görebiliyorsunuz. Üstü neden açık değil diyenlere, dondurucu iklim, bol yağış diyorum.

Bize oldukça farklı gelen bir kültürü var Amsterdam’ın. Ben yaşama tarzındaki bu değişiklikler arasında en çok, istisnasız herkesin balkonunu çeşit çeşit çiçeklerle süslemelerini sevdim. Hatta şu tekne evlerin bile çatıları, pencere önleri sardunyalar, laleler, ismini bilmediğim çeşitli çiçeklerle pembelere, kırmızılara bürünmüş. Evlerin tarihi dokusu korunmuş, birbirlerinin adeta kopyası. Binaların ön cephesi çok dar. İnsanlar az vergi vermek için ön cepheyi dar tutarak, binaları arkaya doğru uzatmışlar.

Konut vergisi vermek istemeyenler tekerkeli evlerde yaşayabiliyor. Buralar da genellikle romanlar kalıyor. Kanal evleri de var, bunlar bizim gibi turist olarak gidenlerin oldukça ilgisini çekiyor. Bu evler tekne görünümünde ama içersinde doğalgaza kadar her türlü konfor mevcut. Aklıma direk fare fobim geldiğinden bana fikir hiç de cazip görünmedi.

Vedenikvari kanal gezimizde, kanal boyu sıralanmış tarihi evleri, sayısız köprüleri, kanalda yaşayanların ikamet ettiği yüzen evleri, liman boyu sıralanmış devasa gemileri görüyoruz. Resim çekmekten, video kaydı yapmaktan iflahı kesilen turistlere takılıyor kafam. “Ya kardeşim bir otur gözünü seveyim, anı yaşa. Memleketinde seyrederken yakınlarınla onlarla birlikte sen de ilk kez göreceksin. Sonra ‘Ya buralara gitmiş miydik hanım gerçekten?’ diyeceksin.” Onların kayıt altına alma takıntısı, benim her işe burnumu sokma takıntım neticesinde gezimiz psikolojik bir rahatsızlık tadında nihayete eriyor.

Mumyalar Evi Madam Tussaud Müzesi...

Dam Meydanı’nda bulunan Madam Tussaud Müzesi oldukça ilginç. Girişte Arnold Schwarzenegger’in mumyasıyla resmimizi çekiyorlar. Zaten tüm dünyada müze girişinde resminizin çekilip çıkışta müze ambiyansını yansıtan arkafon eşliğinde resimleri size satmaları adetten.

Müzede devlet başkanları, kral ve kraliçeler, tarihten ve günümüzden ünlü simalar, özellikle oyuncular, şarkıcılar ve futbolcular neredeyse herkes var. Bunların yanına geçip uygun bir poz eşliğinde resim çekilebiliyorsunuz. Olay bundan ibaret. Yalnız bir mumya bu kadar mı gerçekçi olur! Resim çekilirken, adam birden yüzüme “bö!” yapacak diye az tırsmadım doğrusu.

Amsterdam Üniversitesi...

Burada yaşayan arkadaşımızın okuluna gidiyoruz. Tıp fakültesinde okuyan çok az sayıda Türkiyeliden biri. O derse giderken bize namaz

FOTO GALERİ İÇİN TIKLAYINIZ...

kılabileceğimizi söylüyor, şaşırıyoruz. Burası bir üniversite, çok az sayıda müslüman var ama yine de içerisinde mescit bulunuyor. İbadet için ayrılan oda hristiyanlar, yahudiler ve müslümanlar için üçe bölünmüş. Bizim bölümde abdest alma yeri, seccade, tesbih, eşarp-etek ve Kuran-ı Kerim var. Hristtiyanlarda mum ve piyano. Yahudilerin ibadet araçlarını da inceledim. Tek kelimeyle ifade edecek olursam:  anlamadım.

Tanıştığımız ilahiyat mezunu bir abi de hastanede imam olarak görevli. Hastane de imamın ne işi var derseniz; ölmek üzere olan, ya da ölümcül hastalığı olan hastalara moral vermesi, hastanedeki hastalara manevi destek olması için din adamları görevlendiriliyor. Gel de özgürlükler ülkesi deme. İnanca saygı, örnek olur ümidiyle.

Kadavra Sergisi!

Tıp fakültesinde gezinirken kadavralardan alınan organ, cenin gibi içaçıcı envanterin sergilendiği bölüme girişim ve çıkışım bir oluyor. Tıp saygın bir bilim dalı kuşkusuz, lakin mümkünse benden epey uzak olsun.

Kantine gidip beklemeye başlıyoruz. Duvarlara devasa Afrikalı bir deri bir kemik kalmış insan siluetleri asılmış. Ne kadar duyarlılar diye içimden geçirdikten sonra, saçmalama adamlar sömürge devlet diyerek silkeleniyorum. Ne de olsa herkes bir şekilde vicdanını rahatlatmanın yolunu arar, bulma ümidiyle.

Orta alanda öğrencilerin kullanabileceği bilgisayarlar ve internet olanağı herkese açık. Masalarda da bir şeyler atıştıranlar var. Bizde kantinden birşeyler alalım diyor ve ala ala cips alıyoruz. Masamızda cipsimizi yerken diğer masalardaki Hollandalıların meyve ya da salata yediklerini görüyor, bayanca bir suçluluk hissiyle o andan sonra cipsleri sanki daha bir çıtırdatarak yiyoruz.

Etrafta azınlıklardan ziyade Hollandalı var. İngilizce ve Flemekçeyi çok çok iyi bilmeniz gereken tıp bölümünü azınlıklar pek tercih etmiyor. Burada onlarca Hollandalıyı görünce daha da iyi algılıyoruz ki, Allah bu insanları özene bezene yaratmış. Bir tanesi mi çirkin olmaz, hepsi çok güzel. Kıskançlık dürtüsü ayyuka çıkarak: “Ben eşimi buraya asla göndermem. Ya bu kadınlar çok güzel!” diyen arkadaşa, “Kadınlar senden güzelse erkekler de kocandan güzel. Ne komplekse giriyorsun?” diyorum.

Güneşe Hasret Bir Diyar: Hollanda.

Bu ülkeye nisanda gittim olmadı; mayıs da gittim, yine yok. Donmamak için ağustos en ideal ay olsa gerek, bir dahaki sefer onu deneyeceğim inşallah. Bahar diye getirdiğimiz orta karar ısıtan kıyafetler burada hiçbir işe yaramıyor. Yün içlik, hatta kar maskesi bile taksak, akdeniz ikliminden kopup gelen bir diyarın evlatları olarak bizi ancak ısıtabilir diyorum. Buranın halkı, hatta gurbetçiler bu soğuğa alışmış. Metobolizmaları zamanla iklimle uyumlu moda geçmiş. Fabrika ayarlarında çalışmakta ısrarlı bünyemiz bu keskin soğukla, yün içlik, yün kazak, kalın şalı birkaç kez dolama, bulduğu her atkıyı katbe kat omuzlarda taşıma formülüyle ancak başedebiliyor.

Hollandalılara gelince onlar tişört ve sandaletle gezebiliyor. Kıyafetlerine hiç özen göstermiyor bu insanlar. Uyum, zevk yok denecek kadar az. Makyajlı bayana pek rastlamıyorsunuz. Zaten mağazaları dolaşınca da anlıyorsunuz, pek elle tutulur giysi göremiyorsunuz buralarda. En ufak bir güneş çıkmaya görsün üstünü soyan çimenlere yatıveriyor. Kafanızı oradan çevirseniz, balkonuna üstü cıbıl çıkmış ellilik teyzemle burun buruna geliyor gözleriniz. Bu gibi durumlarda Allah bazı bölgelere bilerek güneş yüzü göstermiyor diyor insan. Yoksa Afrika kabileleri gibi ‘yiğidin malı meydanda!’ diyerek dolaşacaklar etrafta.

Bol tövbe istiğfarla atlatıyoruz güneş seremonisini. Bu kadar güzel bir beldeye güneş neden küskün? Ve değil mi ki yüzünü göstermemekte ısrarlı. Sapkınlığın, yaygın ve meşru olduğu için ışıltısını saklaması kuvvetle muhtemel değil mi?

YORUMLAR 1
  • Kemal ener 6 yıl önce Şikayet Et
    Gerçekten çok güzel anlatmişşiniz aynen yazdıklarınızı bende yaşadım 6 yıl kaldım orda orasıda benim ilk göz Ağrı'm amsterdam bazen çok özlüyorum
    Cevapla