Göz Kamaştırıcı şehir Sydney
(Bir önceki yazıdan devam...)
***
Proje Eseri Bir Yerleşim: Darling Harbour...
Bir otobüse binerek Darling Harbour’a doğru gidiyoruz. Burası alışveriş merkezi, dev akvaryum, IMAX sinemaları, Darling Park, Cackle Bay rıhtımı, milli deniz müzesi, su sporları merkezi, dev fuar merkezi, liman, marina, pazar alanı, dükkânlar, kafeler, müzeler, oteller, çeşitli eğlence mekânları ile kentin canlı ve turistik noktalarından biri. Bir büfeye koşar adım ilerleyip soda istiyorum, bana su veriyor. Ne biz onların lehçesini anlıyoruz, ne de onlar bizimkini. Ol nedenle komplekse girmiyorum, sonuçta dünyanın en kötü İngilizce lehçesi unvanı Avustralyalıların, benim değil.
Siydney Tower...
Liman boyu gezip, martılarla kanka olduktan sonra rotayı gökdelenlerin bulunduğu şehir merkezine doğru çeviriyoruz. Hedefimizde Siydney Tower’a çıkmak var. Tırmandığımız yokuşların neticesinde kuledeyiz. Her ülke, hatta her şehirde bulunan bu kulelerden gezdiğiniz, gezmeyi planladığınız yerleri kuşbakışı görmeniz mümkün. Bölük pörçük ada parçalarıyla renklenmiş denizin ışıltısı, plazaların heybeti ve parkların güzelliğiyle birleşerek uyumlu bir kompozisyon oluşturuyor.
Asansörle inerken Türk olduğumuzu öğrenen Avustralyalı bir bey, “ İstanbul güzel” diyor. Tam ona: “Türkiye’ye geldiniz mi?” diyecekken, diğeri: “Param, yok!” diye atılıyor. Adam öğrene öğrene Türkiye için en elzem kelimeyi öğrenmiş, uyanıklığın zirvesi, derken diğeri: “Güzel lafmış.” demez mi? Nereye düştük, üç harflilere mi karıştık yoksa bunlar Türk mü derken Avustralyalı beyler şaşkınlığımızla keyifleniyor.
Çok Güzel Bir Gelişme...
Eskiden komşu ülkelerde bile çok fazla tanınmazken, son zamanlarda dünyanın öbür ucunda bile bırakın tanınmayı, ülkemize gelmeyen bir kişi ile bile pek karşılaşamıyorsunuz. Özellikle zengin ve sürekli dış ülkelere seyahat eden Avrupa kültürüne mensup ülkelerde… Son on yıldaki dış politikalar, izlenen yol, sanat, spor ve ticaret alanındaki başarılar bunda etkin rol oynuyor.
Kuleden çıkıp ‘monorail’e biniyoruz. Sütunlar üzerine kurulmuş ince bir raydan geçilerek ve şehri havadan görerek ilerleyen metro tarzı bir araç. Yer yer gökdelenlerin içerisinden dahi geçiyor. Üstelik 2 dolar gibi cüz-i bir para ödeyerek binebiliyorsunuz. Suyun dahi 3 dolar olduğunu düşündüğünüzde sudan ucuz geliyor insana, sormadan biniyoruz. Kopartmanlar şeklinde bölümlere ayrılmış tren yol alıyor. Genelde gökdelenlerin cam hizasından gidiyor, bazen de içlerine giriyor.
Yanlış Araca Bindik, Çaktırmayın.
Karşımızda oturan beye nerede inmemiz gerektiğini soruyorum. Yunan asıllı olan ve burada yaşayan beyefendi bize alakasız bir araca bindiğimiz, inmezsek akşama kadar dolap beygiri gibi döneceğimiz mealinde açıklamalarda bulunuyor. Dünyanın öbür ucunda şuncacık kaybolmama hak verip, kendime sitem etmeyerek vakur bir eda ile terk ediyorum aracı. Sonradan öğreniyoruz ki burada yaşayanların dahi birçoğu bu araca binmemiş henüz. Turistler daha meraklı olur normaldir diyip, hedefe kilitleniyoruz.
Kafamda belirlediğim rota doğrultusunda ilerlerken zaman zaman bir bilene danışmayı da ihmal etmiyoruz. Bu insanlara soru sormakta zul geliyor bana. Nitekim alt tarafı “sağa dön, düz git!” demek için bile yüzlerce cümle kurabiliyorlar. Kafa sallamaları eşliğinde nezaketen dinlemek beyinde bir süre sonra uyuşma etkisi yapıyor. Bu kadar konuşmayı, vara-yoğa gülmeyi seven başka bir millet daha görmedim.
İslam’a Tepkili Cahiller Her Yerde Var, Çok Yazık!
Yol çalışmasında görevli bir amcaya yol sorduğumda beni duymazlıktan geliyor, su-i zanda bulunmuş gibi olmayayım ama sanıyorum dini nedenlerle. Defalarca soruyorum, yine cevap vermiyor. Örtülü olmanın handikabıdır bu, sevende olur nefret edende. Ortası genelde pek görülmez. Halimizi gören İspanyol bir temizlik görevlisi ivedilikle bize yardım elini uzatıyor. Allah hidayet nasip etsin.
Bir saate yakın yürüyüş sonrası dönmek üzere geldiğimiz tren istasyonuna varıyor, akşamın ilk ışıklarıyla kaldığımız eve ulaşabiliyoruz. Arkamdan gelen arkadaşımın odaya girmesini dahi bekleyemeden dalıyorum uykuya.
İyi Bir Dost, En Büyük Servet...
Sabah bizi bahçede hazırlanmış mükellef bir sofra bekliyor. Liseden arkadaşım Hatice Türüt Solak ve eşinin hakkını, emeğini, misafirperverliğini asla unutamam. Bahçede tavuk besliyorlar. Burada yumurta pahalıymış ancak aylardır bir yumurta versinler diye besledikleri tavuklardan kar etme parametrelerini pek manidar bulamadım doğrusu. Arkadaşın Karadeniz kökenine bağlama yapıp, çok mantık aramamaya karar veriyor; doğanın, yeşilin, peynir, zeytin ve reçelin tadını çıkarıyorum.
Siydney’in En Büyük Elbise Askısı!
Harbour Bridge (Sydney köprüsü)’in yanına gidiyoruz. Karşıya köprüyle ya da sualtına yapılan tüp geçidi kullanarak geçmeniz mümkün. Siydney’in en büyük elbise askısı şeklinde nitelendirdikleri köprünün üzerinden yürüyerek geçmek ve o yükseklikten şehri seyretmenin bedeli 100 dolar. O kadar parayı vermem derseniz, Mtkeira’yı öneririm. Okyanus kenarındaki kayalıkların tepesinden hem denizi, hem şehri aynı anda görebileceğiniz bu tepeden manzara bir başka güzel.
Avustralya’nın Simgesi: Opera House.
Oradan çıkıp koşar adım Opera House’a gidiyoruz. Avustralya’nın adeta simgesi olan bina Sidney'in de sembolü ve 20.Yüzyıl'ın en ünlü yapılarından biri. Mimarlık Ödülü kazanan yapı aynı zamanda UNESCO dünya kültür mirasına da eklenmiş. Midye kabuğu şeklinde inşa edilen yapının çok yakınında resim çekilmek pek bir şey ifade etmiyor. Çünkü yapı kendini uzak mesafeden daha net gösteriyor.
Şehrin Göbeğinde Bir Saklı Bahçe...
Opera House’un yanından başlayıp sahil boyu devam eden Botonig Garden enfes bir yer. Uyumsuz fosforlu renkleri mükemmel bir şekilde tüylerinde birleştiren envai çeşit kuşları, baş aşağı dallara asılı duran yüzlerce yarasayı, kayaların oyulmasıyla oluşmuş ilginç granitleri, çiçeği, denizi ve daha birçok güzelliği burada bir arada bulabiliyorsunuz. Aniden birkaç papağan gelip başınıza konabiliyor burada. Yemyeşil çimenlere atıverdiğiniz şalınızın üzerinde kılınan namazın tadını anlatmama gerek yok sanırım. Rabbin yarattığı güzelliklere şükretmekten başka dua edilemiyor, namazın arka sıra. Ve bir türlü açtığı ellerini yüzünde ovuşturup da kalkmaya, bu doyumsuz güzelliği bırakmaya gönlü el vermiyor iradesi zayıf olan insanın.
Blue Mountais (Mavi Dağlar) gezisi.
Dünyanın en yüksek asansör biçiminde yapılmış olan Avustralya treni ile 250m.lik bir yolculuk neticesi Avustralya’nın en büyük kanyonunun eteklerine iniyor, mistik dokusuyla vahşi tabiatın kokusuna hayran kalıyorsunuz. Ayrıca bir Aborjin (Avustralya yerlisi) efsanesi olan 3 kız kardeşler (Tree Sisters) kayalıklarını ve yeşille gökyüzü mavisinin birbirine karıştığı ‘Mavi Dağları’ izleyebiliyorsunuz.
Tesislerde size bir harita veriliyor. Bu krokide bineceğiniz taşıtlar, yol güzergâhı, gezi alanı detaylarıyla verilmiş. İlk önce altı dahi cam olan bir teleferiğe biniyoruz. İki dağın arasına kurulan teleferikte, onca yükseklikte bastığınız yer cam ve eğer yükseklik fobiniz varsa iki seçeneğiniz var:
1- Gözlerinizi kapayın, inene kadar da açmayın.
2- Açın gözlerinizi.
a) Korkunuzu yenin.
b) Sekte-i kalpten oracıkta gidiverin.
Teleferikle muhteşem manzarayla bütünleşirken, gökyüzüne o kadar yakın hissetmenizin aksine, dağların heybetinden ufaldıkça ufalıyor gibisiniz. Orman ile yeşil, gökyüzü ile mavi; işte birbirine en yakışan renk-kelime eşlemeleri.
![]() |
|
NURAY KAHRAMAN'IN GÖZÜNDEN AVUSTRALYA MANZARALARI İÇİN BU LİNKİ KULLANABİLİRSİNİZ |
Espri Yapmadan Duramıyorlar!
Karşıya geçerken tipik çenesi düşük Avustralyalı görevlinin tanıtımları sessizliği deliyor. Çocuğun tanıtımları kahkahalarla şenleniyor. Ben hayatımda bu kadar gülmeyi seven bir millet daha görmedim. Ya herkes çok komik ya da vara yoğa gülüyorlar. Devlet dairesine gidiyorsunuz, yan masadaki mesai arkadaşıyla şakalaşıp basıyorlar kahkahayı. Sokaktakiler de keza öyle. Uçaktaki hosteslerin uçak çıkış kapılarını, oksijen maskelerinin takma usulünü, denize düşerseniz can yeleği giyme talimini anlatan eleman bile sürekli espri yaptığından olay stand up gösterisine dönüşüveriyor. Hosteslerde gülmekten işlerini yapamaz haldeyken biz olaya: “Bu nedir abicim? Nereye gidiyor olay?” şüphesiyle yaklaşıyoruz.
Ben ciddi ortamların dengesini bozan cıvık bir bireyken, burada soğuk İngiliz tadında can verdim, inanamıyorum. Burada espri yapmadan konuşmak yasak sanırım, komedyene ihtiyaç yok. Topyekûn bir millet olarak komikler. Başka bir ihtimal topyekûn manik de olabilirler. Teleferikle karşıya geçtiğinizde dönmeden ufak bir yürüyüş yapıyorsunuz. Yamaçtan aşağı doğru indiğinizde dağdan gelen suyu kayalıklarından itina ile süzdüren bir şelalenin bittiği yere gidiyoruz. Yukarı çıkıp ters istikamete doğru yöneldiğinizde de zirveden müthiş kanyon manzarasını ince patika yolu izleyerek seyredebiliyor, ciğerlere ağır gelen bol oksijeni afiyetle soluyabiliyorsunuz. Bir dağın zirvesinden yeryüzünü seyretmek, yeryüzünden bir dağın zirvesine bakmakla aynı etkiyi yaratıyor. Tesirinde tutsaklık.
BittiNuray Kahraman - Haber 7
nuraykahraman78@hotmail.com
