Çatışma ve ayrışma
Ülkede sakinliğe ulaşabilmenin, huzur, barış ve güven ortamında yaşayabilmenin sihirli formülünün ne olduğunu bulmak gerekiyor. Bir uzlaşmazlık, kavga, birbirine üstünlük sağlama ve ayrışma kültürü ile yola devam ediyoruz ve etmeye de zorlanıyoruz.
Yine herkes birbirini suçluyor. Bir taraf, dayatmacı, baskıcı ve ayrıştırıcı anlayış ve yönetimden şikayet ederken, geçmişte bu şikayetleri dile getirenler de iç ve dış mihraklara sebebi bağlayıp, gerçeği gözardı etmeyi, sorunu da kavga kültürü ile çözmeyi tercih ediyor.
Yanlış, yanlışa yol açıyor. Öfke ile kalkan zararla oturuyor. Yakın tarihimizin örnekleri bile bizi kavgacı tutum ve davranıştan vazgeçirmeye yetmiyor. Sinirli ve gergin ortam, kamu otoritesini kullananlardan başlayıp halka inerek, birbirini suçlama kültürü pupa yelken devam ediyor.
Ülkenin 1980'li yıllara doğru yaşadığı sağ-sol çatışması, dökülen kardeş kanı, yakaya takılan rozete, bıyık şekline, selamlaşma biçimine, okunan kitaba, söylenen şarkıya göre şekillenen ayrışma, demokrasi ve uzlaşma konusunda yakın tarihimizde yaşanan olumsuzluklardan kimsenin ders çıkarmadığı net bir şekilde görülmektedir.
O halde ne yapmak lazım? Nasıl olup da medeni tartışma, birbirimizi dinleyip anlama, uzlaşma, herkesin eşit şartlarda yaşam sürdürmesini sağlama, ideolojik ve inanca dayalı ayrışmama kültürünü kazanacağız?
Sürekli arayış, bir türlü oturmayan, yerleşmeyen, hazmedilemeyen demokrasi, insan hak ve hürriyetlerine dair tartışmalar aldı başını gidiyor. Herkes konuşuyor, fakat iş icraata geldiğinde umulan sonuçlar elde edilemiyor.
Öyle hale geldik ki, ifade hürriyeti kapsamına giren düşünce açıklama ve eleştirilere tahammülümüz kalmadı. Cebir-şiddet, tehdit ve öfke kültürünü düşmanımıza karşı değil, birbirimize, insanımıza, birlikte yaşayıp yol alacağımız kardeşlerimize karşı kullanmaktayız.
Söylenen şu; "Biz demokrasiyi hazmedemedik, bunlar yaşanmalı ve kavganın sonunda demokrasi, insan hak ve hürriyetlerinin kıymetini bilen toplum haline dönüşeceğiz, bundan kimsenin kuşkusu olması". Bu sözlere karnımız tok. Kimse kimseyi kandırmasın, çünkü bu tespit doğru değil. Ülkede bir ayrışma ortamının yaşandığı, geçmişte oluşturulan sağ-sol çatışma anlayışının, bu defa insanların yaşam biçimi, inancı ve buna göre şekillenmesi gerektiği düşünülen Türkiye Cumhuriyeti'nin yönetim biçimi üzerinden yapılması aşamasına geçildiğini ve bu nokta kaşınmak suretiyle huzursuzluk çıkarıldığını görmemek için kör olmak gerekir.
Demokratik hukuk toplumunda herkesin, düşüncelerini açıklamakta, eteğindeki taşları dökmekte, farklı düşünmekte özgür olduğu, bundan korkulmaması gerektiği söylenebilir.
Gidişatımız, ayrışma ve bu ayrışma sırasında da birbirine üstünlük sağlamaya çalışan yaşam biçimlerinin kavgasının sinyallerini vermektedir. Şimdiden avuçlarını ovuşturan, heyecanla bu ortama geçilmesini bekleyen düşmanları hayal edebilirsiniz.
Çatışan yaşam biçimleri açısından, birlikte yaşamak zorunda olan insanlarla mutabakata varmaktan başka çarelerinin olmadığı tereddütsüzdür. Bu noktada, asgari müştereklerde anlaşıp, demokratik hukuk toplumunun Türkiye Cumhuriyeti'nde yaşayabileceğini, demokrasinin kesintiye uğramaması gerektiğini, bu Ülkenin ve insanının hukukun evrensel ilke ve esaslarının güvencesi altında yaşamaya hakkı olduğunu herkesi göstermek gerekir.
Ancak süreç, bu derece iyimser geçmeyebilir. Ya ayrışma ve kutuplaşma çatışmaya dönüşür veya farklı niyet taşıyanlar, Ülke ortamının yaşadığı gerginlikten yararlanma hevesine kapılabilirler. Ülke için gerçek ve yakın tehlike asıl bu noktada kendisini gösterecektir. Bu tehlike, Ülke insanının yaşadığı iç çatışmanın beraberinde getirebileceği düşmanlaşma, zayıflama ve bölünme tehlikesidir. Bu tehlike, kendisini kişi hak ve hürriyetleri ve yönetim sistemi bakımından güvensiz hissedenler ile geçmişte aynı sorunu yaşayıp da güç elde ettiğinde kendi yaşam biçimini dayatmak isteyenlerden kaynaklamayacaktır. Çünkü çatışmanın bu türü, demokrasi, kişi hak ve hürriyetleri ile rejim tartışmasından ibarettir. Çok önemlidir, bir an önce çözüme kavuşturulup, medeni ülkelerin seviyesine ulaşılması gerektiği, bunun için de Anayasa m.2 ve 3'de tanımlanan demokratik hukuk toplumunun varlığı için sayılan ilke ve esasların korunması gerektiği tereddütsüz ortadadır.
Görünmeyen tehlike; güçsüzleşme, tehlikeye açık hale gelme ve yaşanacak iç çatışma beraberinde gerçekleşme ihtimali bulunan bölünme riskidir. Kimse bu coğrafyada bu tür bir tehlikenin yaşanmayacağını iddia edemez. Bu nedenle, bir an önce yaşam biçimi ve inançlar arasında yaşanan gerilime ve güvensizlik ortamına son verilmelidir. Bu konuda önemli görev ve sorumluluk, öncelikle kamu otoritesini temsil edenlere düşmektedir. Kamu otoritesi, sadece kendisini destekleyenlerin değil, Ülkede yaşayan tüm vatandaşların sesini, eleştiri ve isteklerini dinlemek, algılamak ve cevap vermek zorundadır. Kamu otoritesinin, halkın hangi kesiminden gelirse gelsin bu sesi küçümseme, farklı gösterme ve gözardı etme lüksü yoktur.
Elbette, hukuk düzeninde emir ve yasaklara herkes uymak zorundadır. Ancak bu bazıları için uygulanır, bazıları için uygulanmaz ve baskı amaçlı kullanılır, fakat kullanılmadığı söylenirse, kimseyi de aldatamazsınız. Eşitliğe aykırı ve zorlama içeren uygulamalarla güzellik olmaz.
Ülke olarak yaşadığımız ciddi sorun, herkesin güç sahibi olmayı, gücü kendisi ve çevresi için kullanmaya çalışmasından kaynaklanmaktadır. Bunun sebebi ise, sürekli yaşanan hesaplaşmalar ve güvensizliktir.
Kimsenin sopasına, dayatmasına ve yön tayin etmesine ihtiyacımızın olmadığını, akıl yolu ile tüm sorunları çözebileceğimizi, önce birbirimizi sevmeyi ve saymayı öğrenmemiz gerektiğini, fakat maalesef bu konuda sınıfta kalmak üzere olduğumuzu, hukuk ve adaletin her şeyin üzerinde olduğunu, hukuk ve adaletin sağlanmadığı toplumların ayakta kalamayacağını, en büyük tehlikenin hukuk ve adaletin bir araç görülüp keyfi kullanılması olacağını ifade etmek isteriz. Bu nedenle herkes, eşit hukuk ve adalet istiyoruz diye bağırmalıdır. Kanaatimizce, Ülkenin yaşadığı en önemli sorun hukuk ve adalettir.
Yakın tarihimiz, dayatma ve baskının yarar sağlamadığını göstermiştir. Bırakalım insanlar özgür yaşayabilsin, başkalarının hak ve özgürlüklerine tecavüz etmedikçe insanların hak ve özgürlüklerine karışmayalım, bunu bir güç savaşına dönüştürmeyelim. Kimse, bir başkası gibi düşünmek ve hareket etmek zorunda değildir. Aksi halde, Millet olarak korku toplumuna dönüşme ihtimali ile karşı karşıya kalırız.
Toplumun bazı kesimlerinin önceki tepkileri, birkaç kişinin eylemi olarak gözüküp, polis tarafından hemen sonlandırabildiğinden, Gezi Parkı'nda da öyle olacağı zannedildi. Polisin, iki gün şafak vakti ardı ardına yaptığı sert müdahalelerin neden olduğu tepkiyi de unutmamak lazım. Bu gibi sebeplerle, bu defa pratik farklı gelişti.
Cebir-şiddet ve somut tehdit içermeyen talepler ile düşünce açıklama ve eleştirileri dinlemek gerekir. Tepki ve talepler hangi saikle gündeme gelmiş olursa olsun, bunların değerlendirilmesinde diyalog yöntemi mutlaka kullanılmalıdır. Bu yöntemin tatbiki, geniş kitlelere yayılan tepki ve taleplere karşısında kamu otoritesinin aczi olarak kabul edilemez. Çünkü toplumun bir kesimine ait talepler, bu talebin sahibi insanlara ve düşüncelerine değer verilmek suretiyle gösterilmelidir.
Hukuk, eşitlik ve adalet ekmek ve su gibidir, her şey demektir. Tüm sorunlar, hukuk, eşitlik ve adalete bağlı olarak gelişir. Hukuk ve adaletin araç olarak kullanıldığı, hakim, savcı ve avukatın kendisini baskı altında hissettiği, yargının siyasete, güç ve nüfuza göre şekillendiği ve hukuk güvenliğinin olmadığı yerde, yaşanan hukuk ve adalet sorununa bağlı artçı depremler kaçınılmazdır.
Hukuk devletinde; hukukun bir ve eşit işleyişi, hukuk güvenliği hakkının tanınmışlığı, toplumun buna inanmışlığı, şüpheli, sanık ve mağdur ile davacı ve davalının haklarının korunduğunu ve korunacağını, insanın yalnız ve güvensiz olmadığını gerçeği vardır. Hukuk sistemi, bu esaslar üzerine kurulmalı ve adaletin eşit dağıtılmasına hizmet etmelidir.
Kamu otoritesi, gösterilen ve yaygınlaşan tepkileri nitelendirmeden, değersizleştirmeden ve ötekileştirmeden, deyim yerinde ise yangına körükle gitmeden dinlemeli, dikkate almalı ve bu tepkilerin halkın bir kesiminden geldiği gerçeğini gözardı etmeyerek, demokratik hukuk toplumuna uygun şekilde sorunları çözüp kamu düzenini sağlamalıdır. Türkiye Cumhuriyeti'ne yakışan da budur.
Prof. Dr. Ersan Şen
ersansen@hotmail.com