Anayasa Mahkemesi'nin İlk İhlal Kararlarında Tutuklama
Kararlar, 18.07.2013 günü Resmi Gazete'de yayımlanmıştır.
Bu kararların usule ilişkin en önemli özelliği, yargılama bitmeden yapılan bireysel başvurunun Anayasa Mahkemesi tarafından kabul edilmesi ve sonuca bağlanmasıdır. Kanaatimizce Anayasa Mahkemesi, bir tedbir olan tutuklama ve tutuklamanın şartları ile yargılamanın esasını birbirinden ayrı kabul ederek, tutuklamanın devam eden bir yargılamada olağan kanun yolları tüketilen ayrı bir müessese olduğunu ve yargılama bitmese de tutuklama tedbirine karşı Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvuruda bulunulabileceği netleşmiştir. Anayasa Mahkemesi, öncelikle bu yönü ile isabetli bir karar vermiştir.
A- Tutukluluk Süresinin Aşılması Yönünden Anayasa m.19/3'ün ihlali iddiası;
Bireysel başvuruya konu iki olayda da başvurucuların tutukluluk süreleri, Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 102. maddesinin 2. fıkrasında belirtilen azami tutukluluk süresi olan 5 yılı geçmiş ve başvurucular yargılandıkları mahkemelerden tahliyeleri talep etmişlerdir. Ancak başvurucuların talepleri, haklarında birden fazla suçlama bulunduğu ve tutukluluk süresinin her bir suç için ayrı hesaplanması gerektiğinden bahisle reddedilmiştir.
Başvurucular, Kanunda öngörülen azami tutukluluk sürelerinin dolduğundan bahisle tahliye talepli olarak bireysel başvuruda bulunmuşlardır. Ayrıca başvurucular, tutuklama tedbiri ile ilgili olarak herhangi bir tazminat talebinde bulunmamıştır.
Adalet Bakanlığı, kanuna aykırı olarak tutulduğunu iddia eden kişilerin, Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 141. maddesi gereğince tazminat talep etme hakkına sahip olduklarını, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi'nin Demir - Türkiye ve Balca - Türkiye kararlarına atıfta bulunarak, somut olayda öncelikli olarak bu yolun tüketilmesi gerektiğini, yani iç hukuk yolları tüketilmediğinden bahisle reddedilmesi gerektiğini ifade etmiştir.
Anayasa Mahkemesi, başvurucuların taleplerinin tazminat değil, tahliye edilmek olduğunu belirtip, Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 141. maddesi ile öngörülen müessesenin koruma tedbirleri nedeniyle tazminata ilişkin olduğuna, yani başvurucuların şikayeti ile ilgili bir çözüm içermediğine işaret ederek, başvurucuların bu yola gitmesinin talepleri açısından etkili sayılamayacağına ve tüketilmesi gerekmediğine karar vermiştir.
Mahkeme, Ceza Muhakemesi Kanunu m.102/2 ve Yargıtay Ceza Genel Kurulu'nun 12.04.2011 gün, 2011/1-51 E. ve 2011/42 K. sayılı kararına atıfta bulunarak, uzatma süreleri dahil toplam tutukluluk süresinin 5 yıl olabileceğini belirtmiştir. Kanaatimizce, bu süre 5 yıl değil, 2+1=3 yıl azami tutukluluk süresi olarak kabul edilmeli idi. Çünkü bir müessesenin istisnasına ilişkin süre, ana süreden uzun olamaz. Aksi düşünce, hukuk mantığına ve yasa düzenleme tekniğine aykırıdır.
Anayasa Mahkemesi, tutukluluk ile ilgili inceleme kapsamını ise şöyle ifade etmiştir; “Anayasada yer alan hak ve özgürlükler ihlal edilmediği sürece derece mahkemelerinin kararlarındaki kanunun yorumuna ya da maddi veya hukuki hatalara dair hususlar bireysel başvuru incelemesinde ele alınamaz. Tutukluluk konusundaki kanun hükümlerinin yorumu ve somut olaylara uygulanması da derece mahkemelerinin takdir yetkisi kapsamındadır. Ancak kanun veya Anayasaya bariz şekilde aykırı yorumlar ile delillerin takdirinde açıkça keyfilik halinde hak ve özgürlük ihlaline sebebiyet veren bu tür kararların bireysel başvuruda incelenmesi gerekir. Aksinin kabulü bireysel başvurunun getiriliş amacıyla bağdaşmaz”.
Anayasa Mahkemesi, bireysel başvuru kararına konu mahkemelerin tutukluluğun hesabında her bir suç için ayrı değerlendirme yapılması gerektiği şeklindeki yorumunu ise reddetmiştir. Mahkemeye göre, “Tutuklama tedbiri, bir yaptırım olmadığından aynı dosya kapsamındaki her bir suç için azami tutukluluk süresinin ayrı hesaplanması kabul edilmez. Suç ve sanık sayısı, davanın karmaşık olması gibi etkenler tutukluluk süresinin makul olup olmadığı konusundaki değerlendirmelerde ele alınabilecek kavramlar olup, kanuni tutukluluk süresinin belirlenmesinde esas alınmaları mümkün değildir. Normun lafzı ve amacı, tutuklama tedbirinin ceza adalet sistemi içerisindeki yeri ve 5271 sayılı Kanunun 102. maddesindeki düzenleme ile kişi özgürlüğüne yönelik sınırlamaların dar yorumlanması hususları birlikte değerlendirildiğinde, aksine bir sonuca varmak mümkün görünmemektedir. Ancak derece mahkemelerinin kanuni tutukluluk süresinin her bir suç için ayrı hesaplanması gerektiği yönündeki yorumu, bireylerin tutuklu olarak yargılanabileceği azami süreyi belirsiz ve öngörülemez bir şekilde uzatmaya elverişlidir. Bir hukuk devletinde henüz suçluluğu sabit hale gelmemiş bir bireyin mahkemenin benimsediği yorum nedeniyle belirsiz bir süre boyunca özgürlüğünden yoksun bırakılması düşünülemez”.
Anayasa Mahkemesi yukarıda ifade ettiğimiz sebeplerle, bireysel başvuruya konu her iki olayda da başvurucuların beş yıldan fazla tutuklu bulunmasının Anayasanın 19/3. maddesini ihlal ettiğine hükmetmiştir.
Bazı yerel mahkemelerin aynı dosyada birden fazla suçla ilgili ayrı tutukluluk süresi hesaplamasının kabulünün mümkün olmadığını, bu tür bir uygulamanın tutuklamanın tedbir özelliğine de kesinlikle aykırı olduğunu ve aynı yargılamada her bir suç yönünden ayrı tutuklama süresi hesabının hiçbir hukuki dayanağının bulunmadığını daha önce ifade etmiştik. Anayasa Mahkemesi'nin bu konu ile ilgili kararı tartışmaya açık olmayacak şekilde nettir.
B- Tutukluluk süresinin makullüğü açısından Anayasa m.19/7'nin ihlali iddiası;
Anayasa Mahkemesi, tutukluluk süresinin makullüğü açısından genel bir ilkeye bağlı kalınamayacağını ve her somut olayın şartları değerlendirilmek suretiyle karar verilmesi gerektiğini belirterek, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi'nin bu konuda benimsediği görüşü kabul etmiştir.
Mahkemeye göre, “Tutukluluk süresinin makul olup olmadığı konusunun, genel bir ilke çerçevesinde değerlendirilmesi mümkün değildir. Bir sanığın tutuklu olarak bulundurulduğu sürenin makul olup olmadığı, her davanın kendi özelliklerine göre değerlendirilmelidir. Tutukluluğun devamı ancak masumiyet karinesine rağmen Anayasanın 19. maddesinde güvence altına alınan kişi hürriyeti ve güvenliği hakkından daha ağır basan gerçek bir kamu yararının mevcut olması durumunda haklı bulunabilir (bkz: Labita/İtalya [BD], B. No: 26772/95, 6 Nisan 2000, § 119).
Bir davada tutukluluğun belli bir süreyi aşmamasını sağlamak, öncelikle derece mahkemelerinin görevidir. Bu amaçla, yukarıda belirtilen kamu yararı gereğini etkileyen tüm olayların derece mahkemeleri tarafından incelenmesi ve serbest bırakılma taleplerine ilişkin kararlarında bu olgu ve olayların ortaya konulması gerekir.
Tutuklama tedbirine kişilerin suçluluğu hakkında kuvvetli belirti bulunmasının yanı sıra bu kişilerin kaçmalarını, delillerin yok edilmesini veya değiştirilmesini önlemek maksadıyla başvurulabilir. Başlangıçtaki bu tutuklama nedenleri belli bir süreye kadar tutukluluğun devamı için yeterli görülebilirse de bu süre geçtikten sonra, uzatmaya ilişkin kararlarda tutuklama nedenlerinin hala devam ettiğinin gerekçeleriyle birlikte gösterilmesi gerekir. Bu gerekçeler ‘ilgili' ve ‘yeterli' görüldüğü takdirde, yargılama sürecinin özenli yürütülüp yürütülmediği de incelenmelidir. Davanın karmaşıklığı, organize suçlara dair olup olmadığı veya sanık sayısı gibi faktörler sürecin işleyişinde gösterilen özenin değerlendirilmesinde dikkate alınır. Tüm bu unsurların birlikte değerlendirilmesiyle sürenin makul olup olmadığı konusunda bir sonuca ulaşılabilir.
Dolayısıyla, Anayasanın 19. maddesinin yedinci fıkrasının ihlal edilip edilmediğinin değerlendirmesinde esas olarak, serbest bırakılma taleplerine ilişkin kararların gerekçelerine bakılmalı ve tutuklu bulunan kişiler tarafından yapılan tutukluluğa itiraz başvurularında sunulan belgeler çerçevesinde kararların yeterince gerekçelendirilmiş olup olmadığı gözönüne alınmalıdır.
Öte yandan, hukuka uygun olarak tutuklanan bir kişinin, suç işlediği yönünde kuvvetli belirti ve tutuklama nedeninin varlığı devam ettiği sürece, ilke olarak belli bir süreye kadar tutukluluk halinin makul kabul edilmesi gerekir”.
Anayasa Mahkemesi'nin tutuklamanın makullüğü konusundaki bu görüşlerine genel manada iştirak etmekteyiz. Bununla birlikte, “… suç işlediği yönünde kuvvetli belirti ve tutuklama nedeninin varlığı devam ettiği sürece ilke olarak belli bir süreye kadar tutukluluk halinin makul kabul edilmesi …” şeklindeki görüş, bizatihi tutukluluk süresinin makullüğü konusunda her somut olayın şartlarının gözetilmesi gerektiği şeklindeki düşünce ile çelişmektedir. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi'nin de, 48 gün (6 Mayıs 2008 tarihli Nart-Türkiye kararı) ve beşbuçuk ay (4 Ekim 2005 tarihli Becciev-Moldova kararı) gibi, kısa tutukluluk dönemlerini makul görmeyip ihlal sonucuna ulaştığı kararları olduğu gibi, 4 yıl 3 günlük (26 Ocak 1993 tarihli W-İsviçre kararı) gibi uzun tutukluluk dönemini Sözleşmenin 5. maddesinin 3. fıkrasına aykırı görmediği kararları da vardır.
Anayasa Mahkemesi'nin her iki bireysel başvuruda da, tutukluluk halinin ilk derece mahkemesinin mahkumiyet hükmü ile sona ereceği şeklindeki görüşünün kabulü mümkün değildir. Mahkeme bu görüşünü, ilk derece mahkemesinin mahkumiyet hükmü ile kişinin hukuki durumunun “bir suç isnadına bağlı olarak tutuklu” olma kapsamından çıktığını kabul ederek, isnat olunan suçun işlendiği, bundan failin sorumlu olduğunun sübuta erdiği ve bu nedenle sanık hakkında hürriyeti bağlayıcı cezaya ve/veya para cezasına hükmedildiği gerekçesi ile savunmuştur.
Bu görüşün kabulü mümkün değildir. Çünkü Yargıtay aşamasında masumiyet/suçsuzluk karinesi devam etmektedir.
CMK m.100'de tutuklama tedbirinin şüpheli ve sanık hakkında uygulanabileceği düzenlenmiştir. Kişi hakkında yürütülen bir soruşturma veya kovuşturma olmadıkça bu tedbire başvurulamayacağı gibi, cezanın kesinleşmesinden sonra da tutuklama tedbiri uygulanamaz. Dolayısıyla tutuklama tedbiri uygulanabilecek süre, kişinin şüpheli veya sanık sıfatını taşıdığı süredir. “Tanımlar” başlıklı CMK m.2'ye göre şüpheli, soruşturma evresinde suç şüphesi altında bulunan kişiyi, sanık ise, kovuşturmanın başlamasından itibaren hükmün kesinleşmesine kadar suç şüphesi altında bulunan kişiyi ifade etmektedir. Ceza Muhakemesi Kanunu'nda yerel mahkeme tarafından hükmün verilmesi sonrasında, yani kanun yolu evresinde yargılanan kişi ile ilgili olarak bir ayrıma gidilmemiş ve sanık statüsü, kanun yolu aşamasında da kabul edilmiştir. 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nda kişinin hükmen tutuklu olmasına ilişkin olarak herhangi bir düzenlemeye yer verilmemiştir. Dolayısıyla CMK m.102'de belirtilen süreler, kanun yolu aşamasında da işleyecek ve sürenin dolması halinde sanığın tahliyesine karar verilmesi zorunlu olacaktır.
Temyizde geçen sürenin de tutukluluk süresine dahil olması sebebiyle, azami tutukluluk süresi dolup da yargılama aşamasında tahliye edilen sanığın hükümle birlikte tekrar tutuklanması da mümkün değildir. Ceza Muhakemesi Kanunu'nda tutukluluk süresi ile ilgili olarak değişikliğe gidilip, kanun yolu aşamasında geçen tutukluluk süresinin CMK m.102 kapsamında kabul edilmeyeceğine ilişkin bir düzenlemeye açıkça yer verilmeksizin, “hükmen tutukluluk” müessesesinin varlığından bahisle tatbikine yeniden başlanacak veya devam edilecek bir tutuklama uygulaması, Ceza Muhakemesi Kanunu sistematiğine ve en önemlisi kişi hak ve hürriyetlerinin özüne dokunulmaksızın sınırlanmasının ancak Anayasada gösterilen sebeplere bağlı olarak kanunla sınırlanabileceği amir hükmünü öngören Anayasa m.13'e aykırı olacağından, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkını açıkça ihlal eder. Çünkü yürürlükteki mevzuat, tutukluluk süresinin işlemeyeceği bir “hükmen tutukluluk” müessesesine yer vermemiştir.
Anayasa Mahkemesi'nin ihlal kararına konu olaylardan ilkinde ihlal tespiti yapılmış, ancak Yerel Mahkeme tarafından başvurucu hakkında hüküm kurulduğundan bahisle “tahliye” kararı verilmemiştir. Ancak 2012/1137 bireysel başvuru numaralı kararda, başvurucu halen tutuklu olarak yargılandığından, ihlal tespiti ile birlikte kararın gereği yapılmak üzere Yerel Mahkemesine gönderilmesine hükmedilmiştir.
Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, yerel mahkemenin mahkumiyet hükmünden sonra Yargıtay aşamasında geçirilen süre de tutukluluk süresine dahildir. Bundan başka, Yerel Mahkemece hüküm verilen dosya temyiz incelemesine gönderilmiş olabilir. 5 yıllık azami tutukluluk süresi Yerel Mahkeme aşamasında dolmuşsa, tahliyeyi CMK m.104/3 uyarınca Yargıtay yapacağından, 6216 sayılı Kanunun 50. maddesinin 1. fıkrası gereğince, tahliye için dosyanın Yargıtay'a gönderilmesi gerekirdi. 5 yıllık süre Yerel Mahkeme aşamasında dolmayıp temyiz sürecinde dolmuşsa, bu durumda da tutukluluk süresi temyizde de hesap edilmesi gerektiğinden, yine tutuklu sanığın tahliyesinin Yargıtay tarafından sağlanması doğru olacaktır.
Belirtmeliyiz ki, son zamanlarda Anayasa Mahkemesi bazı yönleri ile eleştirilse de tutuklama tedbiri konusunda isabetli kararlar vermiştir. Bu kararların daha da iyileşmesini ve yol gösterici olmasını temenni ediyoruz. Uzun tutukluluk yanlıştır. Esas olan, yargılamanın bir an önce tamamlanıp adalete ulaşılması ve masumiyet/suçsuzluk karinesinin özünün zedelenmemesidir. Kimse tutuklamayı, ileride verilecek cezadan mahsup edilecek bir ön ceza niteliğinde değerlendiremez. Bu sebeple, Anayasa Mahkemesi'nin 10 yıllık azami tutukluluk süresini öngördüğü kabul edilen (bize göre bu süre azami altı yıl idi) Terörle Mücadele Kanunu m.10/5'i, 2012/100 E. sayılı dosya üzerinden 4 Temmuz 2013 tarihinde iptal eden kararının derhal yürürlüğe girmesi gerekirdi. Kararın etki sürecinin, gerekçeli kararın Resmi Gazete'de yayınlanmasından itibaren 1 yıl sonraya ötelenmesi, Ceza Hukuku ve Ceza Yargılaması Hukuku'nun koruyup düzenlediği değerler, kişi hürriyeti ve güvenliği, masumiyet/suçsuzluk karinesi, tutuklama tedbirinin amaç ve fonksiyonu yönlerinden isabetli olmamıştır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi bir an önce çıkaracağı kanunla 10 yıl veya 5 yıl gibi uzun tutukluluk sürelerinin önüne geçeceğini ve bu konuda siyaseti değil hukuki gereklilikleri dikkate alacağını ümit etmekteyiz. Anayasa Mahkemesi'nin, 10 yıllık uzun tutukluluk süresine yasal dayanağını iptal ettiği halde, bu iptal kararının yürürlüğünü ötelemesini hukuki gerekliliğe aykırı olduğunu da önemle belirtmek isteriz.
ersansen@hotmail.com