'Mahkumiyete Bağlı Tutma' Hatası
İç hukukta kişi hak ve hürriyetleri lehine hüküm varsa, bunlara öncelik tanınması gerekir. Bu sebeple; İHAS ile ek protokollerinin, kişi hak ve hürriyetleri yönünden iç hukuktan daha aleyhe olabilecek hükümlerine öncelik verilemez.
Kaldı ki; İHAS ve İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (İHAM), iç hukukta kanunla öngörülen usul ve esaslara da müdahale etmekten kaçınır. İHAS ile İHAM’ın müdahale sınırı, daha çok taraf devletlerin uygulamalarının hukukilik denetiminden ibarettir. Bu denetim sırasında kişi hak ve hürriyetleri bakımından kanunda bir hata görürse, yalnızca bu hataya işaret ederek hak ihlali tespiti yapar. Bunun aksi olsa idi; “tutuklulukta geçirilecek makul süre” kavramı yönünden İHAM’ın, uygulamada 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK) m.102’de toplam 5 (beş) yıl olarak tanımlandığı kabul edilen tutukluluk süresinin ağırlığına ve aşırılığına müdahale etmesi gerekirdi. Oysa İHAM; hem tutuklamanın ön şartı olan “kuvvetli suç şüphesi” kavramının, neden “yeterli suç şüphesi” olarak kabul edilmediğine ve hem de “yeni suç ihtimali” kavramının neden tutuklama sebebi sayılmadığına karışmamıştır.
Aynı anlayışla İHAM; tutukluluk süresinin uzunluğuna veya kısalığına da karışmayıp, meseleyi yalnızca her somut dava bakımından ayrı incelenmesi yöntemini tercih etmiştir. Tüm bu nedenlerle; iç hukukta olmayan ve CMK’da yer almayan “sanık-hüküm özlü” ve “bir suç isnadına bağlı tutma-mahkumiyete bağlı tutma” gibi kavramlardan hareketle, kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı aleyhine sonuçlar elde etme çabasını anlayabilmek ve hukuki dayanakla açıklayabilmek mümkün değildir. Bu konuda herkesi, öncelikle CMK m.2 ve m.102’yi okumaya, özümseyip benimsemeye davet etmekteyiz.
Bu hükümlerin neresinde, yerel mahkeme mahkumiyet hükmü verdikten sonra kovuşturmanın ve sanığın hukuki niteliklerinin değişeceğine dair bir ibare bulunmaktadır? Bu hükümlerin neresinde, temyiz aşamasında sanığın artık “hüküm özlü” olarak kabul edileceği, “sanık” sıfatının son bulacağı, olağan kanun yolu olan temyizin kovuşturmadan sayılmayacağı ve temyiz incelemesinde geçen sürenin tutukluluk süresinden mahsup edilmeyeceği yazılıdır? Gerçi CMK m.102’de ağır cezalık işler yönünden öngörülen 2+1=3 yıllık azami tutukluluk süresini bile, uzama süresi temel süresini aşacak şekilde 2+3=5 yıl gibi kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı aleyhine kabul eden görüş ve uygulamadan; kişi hak ve hürriyetleri lehine bir sonuca varılmasını beklemek iyimserlik olacaktır.
Bireyin, suçsuzluk/masumiyet karinesi altında kapalı cezaevlerinde tutulup yargılanmasını, gerçekten mevcut mevzuat ve “hukuk devleti” ilkesi açısından anlamaya imkan yoktur. Türk Ceza Yargılaması Hukuku’nda “bir suç isnadına bağlı tutma/mahkumiyete bağlı tutma” gibi bir ayırıma gidilmemiştir. Gerek Anayasa m.19 ve gerekse CMK m.2 ve m.102’de, yerel mahkemelerin mahkumiyet kararı vermesinden sonra tutukluluk süresinin kesildiğine dair en küçük bir ibare bulunmamaktadır. İç hukukta yürürlükte olan kişi hak ve hürriyetleri lehine olan kanunların ön planda tutulduğu bir sistemde; yukarıda saydığımız net tespitlere rağmen, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi’nin hala “bir suç isnadına bağlı tutma/mahkumiyete bağlı tutma” kavramlarının birbirinden ayrı olduğunu düşünerek, temyizde geçen süreyi tutukluluktan saymaması ve tutuklu sanığın itirazlarını bu ayırıma göre değerlendirmesi kabul edilemez.
Türk Ceza Yargılaması Hukuku’nda tutukluluk, mahkumiyet hükmü kesinleşmesi ile son bulur. Bu da ancak, yerel mahkeme kararının temyiz edilmeksizin kesinleşmesi veya temyiz incelemesi neticesinde mahkumiyet hükmünün onanması ile mümkündür. Bir suç isnadına bağlı tutma, mahkumiyet hükmü kesinleşinceye kadar devam eder. Mahkumiyete bağlı tutma ise; hapis cezasının kesinleşmesi anlamını taşır ki, bunun adı da cezanın infazı ve hükümlülüktür. İHAM’ın kararlarını emsal alan Anayasa Mahkemesi; savcılık ve yerel mahkeme aşamasında geçen tutukluluğu “suç isnadına bağlı tutma”, daha karar kesinleşmeden yerel mahkemede yapılan yargılama sonunda verilen mahkumiyet kararı ile devam eden veya başlayan tutukluluğu ise “mahkumiyete bağlı tutma” sayarak, suç isnadına bağlı tutmayı tutukluluk olarak görüp tutukluluk süresini işletmekte, fakat henüz temyiz incelemesi başlamamış veya bitmemiş, yani kovuşturmanın sürdüğü, mahkumiyet kararının bozulup bozulmayacağının, yani kesinleşip kesinleşmeyeceğinin, “sanık” sıfatının “hükümlü” sıfatına dönüp dönmeyeceğinin bilinmediği aşamayı hükümlülük ve ceza infazı olarak görmekte, bir an için bu şekilde görmese bile bu sıfatların bazı sonuçlarının tatbikine izin vermektedir.
Oysa Ceza Muhakemesi Kanunu’nda; olağan kanun yolu temyiz aşamasında “sanık” sıfatı ve kovuşturmanın sürdüğünü bir kenara bırakalım, kovuşturmanın yerel mahkemece verilen mahkumiyet kararı ile biten bir kısım evresinden sonra devam eden veya başlayan tutukluluğun “tutukluluk” olarak kabul edilmeyeceğine ve bu sırada geçen sürenin de tutukluluk süresinden sayılmayacağına, yani mahsup edilmeyeceğine ve bu aşamada yargılanan kişinin sıfatının değişeceğine dair herhangi bir hüküm bulunmamaktadır. Bu durumda, kişi hürriyeti ve güvenliği aleyhine uygulama yapılamaz. Bu tespitin hukuki dayanağı Anayasa m.13 ve m.19’dur. Bu tespitin, kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı aleyhine emsal yargı kararları ile aşılması mümkün değildir. Hakim, Anayasaya ve kanuna uygun karar vermelidir (Anayasa m.138/1).
Anayasa Mahkemesi’nin 02.07.2013 tarihli ve 2012/726 başvuru numaralı Korcan Pulatsü kararı ile 09.09.2015 tarihli ve 2013/2541 bireysel başvuru numaralı Burak Çileli kararında bahsedilen bu fark; ancak CMK m.2 ve m.102’de bu tür bir ayırıma gidilmesi halinde kabul edilebilirdi ki, bahsedilen ayırıma elverişli bir hüküm bu maddelerde bulunmamaktadır. Mevcut durumda; yerel mahkemeler, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi temyizde geçen süreyi tutukluluk süresi dışında tutamaz. Aksi davranış, tutuklu sanığın Anayasa m.19/7 ile güvence altına alınan tutuklunun makul sürede yargılanma ve serbest bırakılma hakkını ihlal eder.
Muğlak (öngörülüp belirlenemeyen) bir kavram olan ve her somut olaya göre değişen “makul süre” kavramı; iç hukukta yürürlükte olan kanunlara müdahale etmeksizin her bireysel başvuru için ayrı inceleyip karar veren İHAM’ın emsal veya ilke kararları ile aşılamaz. Hatalı uygulamanın devam etmesi için, iç hukukta yer alan açık Anayasa ve Ceza Muhakemesi Kanunu hükümlerinin gözardı edilmesi gerekir.
Herkese “Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması” başlıklı Anayasa m.13’ü hatırlatmak isteriz. Anayasa m.13’e göre; “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz”.
Tüm yargı mercileri; kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının tartışıldığı bir durumda, birey aleyhine değil lehine hareket etmeli, kuvvetler ayrılığı ilkesine uygun olarak bağlı oldukları kanunların gereğini yerine getirmelidir.
Son söz; Türk Ceza Yargılaması Hukukuna göre, asliye cezalık işlerde azami tutukluluk süresi 1 yıl+6 ay=1,5 (bir buçuk) yıl, ağır cezalık işlerde ise esasen 2+3=5 yıl değil, 2+1=3 yıldır. 1,5 ve 5 yıllık süreler dahi uzun olduğu halde, “2+1=3 yıl” kuralının, beş yıla tamamlanmaya gayret edilmesini ve temyizde geçen süresinin tutukluluktan sayılmamasını kabul etmek mümkün değildir. Suçsuzluk/masumiyet karinesi altında yargılanan bir insanın, uzun yıllar suçlu gibi tutuklu yargılanması doğru değildir. Bu konularda aleyhe uygulama devam edecekse bunun yolu; Kanunu ihlal eden uygulamalardan değil, CMK m.2 ve m.102’yi değiştirmekten geçer. “Kuvvetler ayrılığı” ilkesine göre; hiç kimse, bir başkasının yetkisine soyunamaz.
En son söz; hukuk ve kanun medeniyettir. Hukukun evrensel ilke ve esasları ışığında hazırlanıp uygulanan kanunlar olmazsa düzen olmaz, kişi hak ve hürriyetleri korunamaz.