Ortadoğu'da devlet- insan ikilemi ve çıkış yolu
Mart ayının son iki gününde İstanbul’da gerçekleşen 2. İKT Ülkeleri Düşünce Kuruluşları Forumu’nun bu yılki gündemi, “kamu diplomasisi” olarak belirlenmiş. Bu satırların yazarının da konuşmacı olduğu oturumun konusu ise “Güvenlik ve Kamu Diplomasisi” idi. Kamu diplomasisi kavramı Türkiye’de son yıllarda sıkça kullanılıyor. Hatta bunun kurumsal zemine taşınması için hem hükümet çevrelerinde hem de sivil toplum kuruluşları bünyesinde çeşitli çalışmalar yapılıyor. Burada geçen kamu kavramı devleti değil, halkı ifade ediyor. Halka hitap eden, halkın katılımıyla yürütülecek bir diplomasidir söz konusu olan.
Bu yeni bir uygulama mıdır? Görünüşte öyle, ama gerçekte beşerî deneyim ve birikim sürecinde binlerce yıllık bir geçmişi var. Hedley Bull, daha önceki dönemleri inceleyerek, bir “anarşik toplum”dan bahseder; bu, bir devlet kurumu olmaksızın toplum üyelerinin kendi aralarında “rızaya dayalı rol” temelinde tesis ettikleri bir düzenin adıdır. Böylelikle, bir yandan zımnen tevdi edilen ve üstlenilen sorumluluklar marifetiyle toplumsal hayata şekil verilirken, bir yandan da oluşturulan teamül sayesinde bir meşru değerler sistemi meydana getiriliyordu.
Toplum bireyleri ya da farklı aidiyet unsurları nezdinde sosyolojik anlamda bir “biz duygusu”, ortak çıkar bilinci geliştirilmesi de bu yolla mümkündür. Bu arada hemen belirtelim ki, propaganda ve casusluk faaliyetlerinin kamu diplomasisi ile alâkası yoktur. Bugün kamu diplomasisi denilen etkinlik, devlet öncesi toplumlarda halkın kendi arasından çıkan kanaat önderlerinin de çığır açıcı desteğiyle bazı önder kişiliklere sorumluluk yükleyerek, varlığın sürekliliğini sağlayacak bir toplum düzeni (siyasal yapı) için harekete geçmesinin çağdaş görünümü sayılır.
Geleneksel toplumlarda görülen cemaat dayanışması ve kendine has işbölümü, modern devlet düzeninde ve bunun geçerli olduğu uluslararası toplumda yerini rekabet ve karşılıklı yanıltma kültürüne bırakmıştır. Avrupa bunu yeni bir uluslarüstü sistem modeliyle aşmış ve devlet ile toplum arasındaki engel kaldırılmıştır. Ama Birinci Dünya Savaş’ında Avrupa’nın siyasî müdahalesine mâruz kalan Ortadoğu’da devlet ile insan birbirinin tamamlayıcısı olmaktan çok birbirinin muhalifi durumuna gelmiştir. Bu manzara bir yandan (esas sorunun kaynağı anlamında) devlet ve insan ikilemini yansıtırken, diğer yandan bunun sonucu olarak bir güvenlik sorunu meydana getiriyor.
Güvenliği, varlığın sürekliliğinin sağlanması ve kabul görmesi ile ilişkilendirirsek, Ortadoğu’da halk isyanının gözlemlendiği ülkelerde devletin önce kendi halkı tarafından benimsenip kabul görmesi meselesidir çözümlenmesi gereken. Libya’da, Suriye’de, Bahreyn’de ve diğer yerlerdeki hadiselerin temelinde, halkın yukarıda tarihsel sürece atıfla dile getirdiğimiz toplumsal düzen tesis edici nitelikteki irade gücünün devre dışı bırakılması vardır.
Şimdilerde Suriye Devlet Başkanı Beşar Esat’ın açıklaması beklenen siyasî ve sosyal reformlar eğer iktidarı devraldığı zaman uygulansaydı, belki de şimdi halkın sokaklara taşan memnuniyetsizliği söz konusu olmayacaktı. Ama burada şu sorunun da sorulması gerekli: Acaba oğul Esat, babasından bir anlamda miras kalan iktidarının başlarında kendiliğinden böyle bir değişime cesaret edebilir miydi? Devlet çarkı içerisindeki bürokratik kademeler ve Esat rejiminin sosyal ve ekonomik seçkinleri buna izin verir miydi? İzin verilse bile, halkın özgürce siyasal katılımına karşı bağışıklığı olmayan devletin buna hazırlanması zaman alacaktı. Ama gene de bir yerden başlamak gerekliydi. Dileriz ki, bunlar hiç değilse şimdi yapılsın. Çünkü Suriye’de ve diğer yerlerde devlet ile insan ikilemi aşılmadığı müddetçe devletin bekâsı tehlikede olacaktır.
Burada Şeyh Edebali’nin Osmanlı devletinin temelleri atılırken Osman Bey’e öğüdünü anımsamamak mümkün değil. Ey Oğul, diye başlayan uzunca nasihatinin sonunda şöyle diyordu Şeyh Edebali: İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın.
İnsan ve devlet ikilemini ortadan kaldıran muazzam bir siyaset felsefesi var burada. Bugün güvenlikle ilgili olarak bazı Batılı teorilerde güvenliğin devlet merkezli mi yoksa insan merkezli mi olacağı sorgulanıyor. Her ikisi de tek başına varlığın sürekliliği ve kabul görmesi anlamında güvenlik tesis etmeye muktedir olamaz. Devlet, ancak insanla var olur. Bu da insan haklarına saygıyı esas alan devletin, halkın meşru taleplerini kendine (rejime) desteğe dönüştürmeyi bilmesinden geçer.
Demek ki güvenlik, hem devletin varlığı hem de insanın mutluluğu ya da en azından özgürce yaşama hakkına sahip olması ile ilgili eş zamanlı bir siyaseti, uygulamayı zorunlu kılıyor.
Ne var ki, halkın meydanlarda başkaldırısına sahne olan Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde böyle bir siyaset arayışı bile söz konusu olamamıştır. Oysa bunlar Müslüman ülkelerdir. Peki bu ne demek oluyor?
Bu şu demektir: Yazının başında sözü edilen İslam Konferansı Teşkilatı üyesi ülkelerden temsilcilerin katıldığı toplantının açılışı Kur’an-ı Kerim tilavetiyle yapıldı ve okunan ayetlerin bazılarında Müslümanların işlerini yürütürken danışmalarda bulunmaları, karar verdikten sonra ise Allah’a tevekkül ederek işi sonuçlandırmaları gerektiği ifade ediliyordu. Bu olgu, Müslüman yöneticilerin kendi başlarına değil, diğer insanların yani halkın da görüşüne başvurarak karar alma ve uygulama yolunu tercih etmelerini gerekli kılıyor. Ancak böyle yapıldığı zaman toplumun selamet ve esenliğe kavuşacağı haber veriliyor Müslümanlara.
Aynı zamanda,“içinizde hayra (iyiliğe, faydalı olana) çağıran bir topluluk bulunsun ki, kurtuluşa eresiniz”, mealinde ayet de okundu, düşünce üretiminin tartışıldığı bu toplantıda. Bunlar, devletin insana yani halkına tahakküm etmesine izin vermeyen, böyle bir duruma mâni olmak üzere uyarıda bulunmayı ve iyiliğe çağırmayı hem bireysel hem de toplumsal bir sorumluluk olarak özel hayatın ve siyasetin gündemine taşıyan önerme ve hükümlerdir.
Ortadoğu’da ve dünyanın başka bölgelerindeki İslam ülkelerinde halkın ve yöneticilerin kendi inanç ve kültür değerlerini iyi tanıyarak, son zamanlarda yaşanılan kötü tecrübeleri yeniden uyanış ve dirilişe vesile bilmelerinin zamanı gelmiştir. Bu, Galtung’un Batılı karar merkezleriyle çıkar uyumu içerisinde gördüğü çevre ülkelerdeki “köprü başları”nın da yıkılması olarak yorumlanabilir mi, bunu zaman gösterecektir.
İbrahim S. Canbolat - Haber 7
icanbol@hotmail.com
-
tuncay tezel 14 yıl önce Şikayet EtŞEYH EDEBALİNİN PEYGAMBERİ HZ MUHAMMED SAV KURANA GÖRE NE DİYOR?. Birleşin, birlik olun, düşmana, saldırana, fitne çıkarana karşı birlik olup karşı koyun diyor. Önemli olan ana kaynaktır, Allahın ne istediğidir. Zaten Edebali de birliği öngören büyük veli, büyük alimlerden sadece birisidir.Beğen