Prof. İbrahim S. Canbolat
Prof. İbrahim S. Canbolat
HABER7 YAZARI
TÜM YAZILARI

Dünyevî dindarlık, biçimsel akademisyenlik

GİRİŞ 24.05.2012 GÜNCELLEME 24.05.2012 YAZARLAR

      Ama ne yazık ki, bunlar çoğu zaman birbirini tamamlayıcı olmaktan çok, birbirini dışlayıcı kimlikleriyle tanınmışlardır. Özü itibariyle öyle olmasalar da, öyle bir izlenim oluşmuştur insanların zihinlerinde. Örneğin Avrupa’da bir dönem din (Kilise), skolastik düşünce tarzıyla, bilime hayat hakkı tanımamış; Aydınlanma felsefesiyle birlikte ise din yok sayılmıştır.

      Böylesi yanlış uygulamalar, dinin ve bilimin insan ve toplum varlığı için önemini hiçbir zaman azaltmamıştır. Her şeye rağmen din ve bilim toplumdaki yerini korumuş, ama zamanın koşullarına bağlı olarak, bireylerin algılama ve uygulamalarında gözlemlenen değişmeler meydana gelmiştir. Bu değişim dinin özünde yani asıl içeriğinde yer alan mesaj ve önermenin insanlar tarafından dünyevî menfaatler için kullanılması biçiminde ortaya çıkmaktadır.

     Dünyevî (seküler) bir dindarlıkla kendini gösteren söz konusu değişim, toplumda “dini bütün” insan yerine dini kazanca dönüştüren insan tipi üretmektedir. Faydacı bir dindarlıktır bu. Toplumun (dindarların) ekonomik refah düzeyi geliştikçe, bu türden hafifletilmiş din(darlık) anlayışı da yaygınlaşmaktadır.

     Afrika’daki aç insanı komşu bilir

    Oysa dinin özündeki mesaj çok farklıdır. İnsanın bireysel inanma gereksinimini karşılayan din, aynı zamanda ona toplumsal sorumluluk yükler. Komşusu aç ise, kendisi tok uyuyamaz dindar insan. Komşunun açlığına çare bulmakla yükümlü bilir kendini. Bugün Afrika’daki aç insanı komşu bilir. Bu yükümlülük dinden gelir. Dindarlık onun davranışlarına bir kılıf değil, samimiyetle gidilen yol olmalıdır.

     Ne var ki, dini de dünyevî hırslarına âlet eden insan, bir önceki Diyanet İşleri Başkanı Profesör Ali Bardakoğlu’nun dediği gibi, onu kendine “meşruiyet aracı” kılmaya çalışmaktadır. Bardakoğlu’na göre, “biz ferdî ve sosyal hayatımızı ahlâkileştiren, insani ilişkilerimizi olgunlaştıran, rahmet olarak bütün davranışlarımıza yansıyan, hak, adalet ve güveni tesis eden bir dindarlaşma süreci değil, şekillerde yoğunlaşan, görselliği öne çıkaran, dini duyarlılığı belli zaman dilimlerine ve davranışlara hasreden ve geri kalan alanı dinden bağımsızlaştıran bir süreç yaşıyoruz”.[1]

    Bu, pragmatik bir dindarlıktır. Dünyevî yani sathî ve yüzeyseldir. Hâlbuki (Üç Aylar başlarken bir kere daha anımsatmak üzere belirtelim)  dinin, özü itibariyle, hem bireysel hem de toplumsal iyileştiriciliği ve barış/esenlik tesis edici özelliği vardır. Ancak, belirtilen özden uzaklığı ölçüsünde,  dünyevî dindarlığın kişiyi ve toplumu dönüştürücü etkisi azalmaktadır.

    Bilim için de buna benzer şeyleri söylemek mümkündür. Burada söz konusu olan, dinin ve bilimin esas amacının dışında bireysel ya da toplumsal bir çıkar/menfaat beklentisi ve kolaycılığına yönelik bir dindarlık ve bilimsellik anlayışıdır. Bu anlayıştaki dindara ya da akademisyene güven kaybının olması doğaldır.

   Şeklen düşünmek yoktur

    Gerçi bilimde biçimsellik ve yüzeysellik biraz da teknolojik gelişmelerin etkisiyledir. Örneğin yazı ve şekillerin karşıdaki tahtaya yansıtıldığı (PowerPoint) sunumlar… Bunlar bir yandan görsel efektle işi kolaylaştırırken, diğer yandan düşünce ve muhakeme için gerekli zemini ortadan kaldırıyor. Belki bazı teknik konular bu yöntemle sunulabilir, ama toplum bilimlerinde bu yolla sorunların tespit edilip çözümlenmesi mümkün olmaz. Çünkü orada bir tür ara evre vardır ki, ancak bu sayede fark edilir sorunun nereden kaynaklandığı. Çözüm ise bundan sonra geliştirilecek yöntemlerle gerçekleşebilir. Düşünmenin belirli kalıplara uygun olma zorunluluğu ya da görsel şemalara yansıtılması, düşünme eyleminin doğasına aykırıdır. Şeklen düşünmek diye bir şey yoktur.

     Ama ne yazık ki, bugünkü “bilgi çağı”nda, zamanın akışına yetişmek için birçok üniversitede bilim içeriğinin de şekle kurban edildiği görülüyor. Bunun sebeplerinden biri, öğrenimin Türkçe değil yabancı bir dilde yapılmasıdır.

     Birkaçı hariç olmak üzere, Türkiye’de vakıf üniversitelerinin öğrenim dili İngilizcedir. Burada öğretim üyelerinin çoğu İngilizce ders içeriklerini öğrencilerin göreceği şekilde karşıya yansıtarak, görsel bir etkiyle anlatmaya çalışıyor dersleri. Öğrenci de dinlemeyi, duyduklarını muhakeme edip düşüncesini açıklamayı değil, gördüklerini bir biçimde kayıt altına alıp sınavda geri vermeyi öncelikli hedef olarak görüyor.

    Bir konferansta Türkçe konuşan birini bu öğrencilerin dinlemesi ile devlet üniversitesinde öğrenim gören öğrencilerin dinlemesi arasında çok belirgin fark var. Biri, söylenileni zihnen takip etmeye alışkın olmadığı için, pasif bir konumda kalırken, diğeri konuşmacının fikirlerine olumlu ya da olumsuz tepki verebiliyor. Bu ikincisi, bilimsel etkinlikte zorunlu bir durumdur.

     Diğer yandan, küçülen dünyada akademik hayatta da paydaşların oluşması, uluslararası düzeyde öğrenci ve öğretim üyesi değişimi gibi etkinlikler bazı benzeşmeleri zorunlu hâle getirmektedir. Farklı ülkelerde alınan derslerin birbirlerinde geçerli sayılarak, diplomaların tanınması için aynı şablona uygun bir yüksek öğrenim programı, en azından biçimsel görünüm yönüyle, gerekli olmaktadır. Tabii ki buna karşı çıkmak doğru değildir. Ama eğer bu şeklen aynı olma mecburiyeti üniversitenin kendine özgü bilimsel karakterini zayıflatacaksa, bu bilim açısından tehlike oluşturur. Özgün bilimsel üretim zarar görür bundan.

     Evrensel düzeyde bilim standartlarının varlığı, yereldeki bilimsel üretimin çeşitliliğine bağlıdır. Çünkü her bir yöredeki toplumsal sorunlar birbirinden farklıdır, çözüm yöntemleri de ona uygun olmak zorundadır. Buna ilişkin deneyim çeşitliliğinden evrensel ilkeler doğar.

    Bir de genel anlamda insanın hayattaki tercih ve beklentisine bağlı bir dindarlık ve akademisyenlik söz konusudur. Bunu, Erich Fromm’un Malik Olmak ya da Olmak adlı çalışmasına atıfla açıklayacak olursak, şöyle ifade edebiliriz: Eğer kişi, karakter itibariyle bir şeylere sahip olma (malik olma) eğiliminde ise, dindarlığı da bazı dünyevî kazanımlara yöneliktir ve bencildir. Böylesi kişiler için akademik kimlik de bir meta hükmündedir. Bir kılıftır.

    Ama eğer kişi, sahiplenmeyi değil de olmayı tercih eden bir yapıda ise, o zaman şekilcilikten uzak bir özgünlük ve üretkenlikle zenginleştirir kendini. Öylece var olmaktır amacı. Doğruluğuyla, güvenilirliğiyle, sadeliği ve yaratıcılığıyla/özgün üretimiyle var olmak.

     Kişinin kendisiyle ve ötekilerle barışı

    Bu karakterdeki kişiler dini istismar etmez, akademisyenliği de bir iğreti elbise gibi taşımaya soyunmazlar. Dünyevî dindarlığın ve biçimsel akademisyenliğin (ki bunlar birbirine zıt yapıdaki farklı kişilerde görülebilir) gerçekte hiç kimseye faydası olmayacağına inanırlar.

    Toplumun selameti, bu ikinci gruptaki anlayışın hâkim olmasındadır. Bilim tekdüzeliği değil, çeşitliliği ve ötekine önyargısız bakışı gerektirir. Kişinin önce kendisiyle, sonra da ötekilerle barışı var etmesi buna bağlıdır.

YORUMLAR 2
  • mete bilge 13 yıl önce Şikayet Et
    başlık bile başlı başına bir hakikatı sergilemiş. lakin afrikaya gitmeye gerek yok. kapı komşusunun açlığını görmeyen müslümanlık türedi..
    Cevapla
  • Mehmet Ciranoğlu 13 yıl önce Şikayet Et
    "malik olmak ya da olmak" . fazla söze ne hacet, hırslar ve kalıplar içine sıkıştırılmış dinden de bilimden de hayır gelmez. nedir bu yükselen menfaat arzusu ve sonunda da bir türlü tatmin olamama durumu? allah dindar(!)ların da bilim insanlarının da sonunu hayır etsin. hepsinin içine kamil olmak hedefini nakşetsin. yüreğinize ve kaleminize sağlık hocam.. önümüzdeki yıllarda, kanımca, daha da problem haline gelecek önemli bir konuyu dile getirmişsiniz ama her zamanki gibi anlayana...
    Cevapla