1800'lü yılların İstanbul'una geri dönmek
Çılgın Bir Proje
Kuşkusuz temiz bir hava, daha çok ağaç, rüzgar sesi ve kuş cıvıltıları… Kalabalık sokaklar için fonda insan sesleri, ökçeli ayakkabıların çıkardığı takırtılar, kap çanak gürültüsü, at kişnemeleri arasında nal ve tekerlek sesleri, yer yer çocukların bağrışmaları ve arada bir geçen tramvay düdüğünün o nostaljik çınlaması…
21. yüzyılın sokak ve caddelerinde motor gürültüsünden başka bir ses duyma imkanınız var mı? Bu olmadığı gibi, artık doğal olan hiçbir şeyin tadı da yok.
Yorgun düşüp, yol üzeri eski bir kahvehanenin tozlu bir köşesinde, şöyle iyi demlenmiş tavşan kanı bir bardak çayı yudumlamanın vereceği keyfi neyle değişirdiniz.
İnsanoğlunun çilesi nasıl başladı?
Buharlı ve gazlı motorların ardından, 1800’lü yılların sonunda, Batı Avrupa’da gerçek otomobil motorları icat edilmeye başladığından bu yana, yavaş yavaş huzurumuz kaçmaya başladı.
1877 yılında Alman mühendis Nikolaus Otto ilk dört zamanlı benzinli motoru tasarladığında ve yine Alman olan Karl Benz ve Gotlieb Daimler kendi otomobillerini ürettiklerinde, atların çilesine son vererek, insanoğlunun çilesini başlattılar bir anlamda.
Buna itiraz edenleriniz olacaktır elbette, otomobillerin hayatımızı kolaylaştırdığını, mesafeleri kısalttığını söyleyeceksiniz.
Teknolojiye ve gelişmeye karşı bir önyargı içerisinde değilim asla, olamayız da…
Sadece gelişirken gerilemenin olmadığı bir hayatın özlemini çekmeye başladığımızı anlatmaya çalışıyorum. Eski değerlerimizi, sağlığımızı ve neşemizi kaybetmeyeceğimiz bir rüyadan söz ediyorum.
Gürültüyü yerin dibine gömelim
Diyorum ki örneğin; geçitlerimizi, hazır boğazın altına almışken şehir içi yollarımızı da yerin altına mı alsak. Yani tıpkı metrolar gibi otomobillerimiz de yerin üstündekileri rahatsız etmeden yer altında kendilerine tahsis edilen yollarda hareket etseler…
Uygun park alanları oluşturulsa, oralarda park etsek otomobillerimizi, sonra asansörlerle ya da yine yürüyen merdivenlerle yukarıya çıkıp ihtiyaçlarımızı görsek, rahat rahat dolaşsak.
Nereye park etsem, acaba buradan arabam çekilir mi, acaba bir yayaya çarpar mıyım derdi olmasa.
Şarj istasyonları kurulsa yerin altına, elektrikle çalışan otomobillerimizi oralarda şarj etsek, nasıl olurdu? (bu proje hayata geçene dek benzinli otomobil kalmayacağını arzu ederek söylüyorum tabii ki)
Yukarıda muhakkak vasıta mı lazım oldu. İstanbul’umuzun yeni taksileri ve havayı kirletmeyen elektrikli otobüsleri yine çalışsın zararı yok… Minibüsleri de külliyen kaldıralım.
E5 yolu tamamen metrobüslere tahsis edilsin. Dört şeritli metrobüs yolu yapılsın. Elektrikli otobüsler vızır vızır çalışsın, kime ne zararı var.
Çok kısa ve özel mesafelere birkaç km. yürüyen raylı sistemler kuralım. İnsanlar kısa mesafelere vasıta ile gitmek zorunda kalmasın.
Korna yerine zil takılsın. Kulağı tırmalamasın, bu kuş ya da başka bir hayvana ait bir ses de olabilir. Doğal olsun.
Geçmişe bağlı yeni bir gelecek kuralım
Bu projeye merkezi yerlerden başlansın. Kadıköy’ü, Üsküdar’ı, Eminönü’nü, Beşiktaş’ı, Ortaköy’ü, Beylerbeyi’ni, Levent’i, Mecidiyeköy’ü, Maslak’ı üzerinde bir tek otomobil olmadan düşleyin…
Bu inanılmaz sessizliği hayal edin…
Artan yolları ağaçlandıralım, ağaçlara kuş evleri yapalım, tıpkı atalarımızın camilerin yüksek duvarlarına yaptığı gibi.
Yol kenarlarına nostaljik kahvehaneler inşa edelim, buralardan sadece taze çay ve kahve servisi yapılsın. Kahve önlerine iskemleler atılsın, nargile koyulsun. Önünden geçerken mis gibi elma kokusu etrafa yayılsın.
Ezan seslerini duyalım minarelerden, belki yakın bir kiliseden duyulan çan sesi buna karışsın hiç fark etmez.
Arkadaşlıkları, sohbeti ve vefayı, içten bir gülmeyi hatırlayalım tekrar, iş görüşmelerine, kişisel gelişim çabalarına ara verelim bazen, hep başkalarını dinlemek yerine ara sıra da kendimizi, kafamızı dinleyelim…
“Yürü kim tutar seni” demektense, biraz da arkamıza dönüp bakalım, kaybettiklerimize…
Geçmişe bağlı yeni bir gelecek kurmak için çalışalım, düşünelim.
Düşüncesi bile ferahlatıyor, hayali bile…