Hegel’in ırkçı çocukları
Son dönemlerde özellikle de Avrupa’da yeniden yükselişe geçen ırkçılık tarihsel bağlamda hep karıştırıldığı milliyetçilikten de önce en azından pratikte mevcuttu. Öyle ki milliyetçilik akımı Fransız Devrimi’nin bir sonucuyken ırkçılıkla ilişkilendirebileceğimiz olaylar Eski Yunan’da, Ortaçağ Avrupası’nda hatta daha sonraları bile yaşanmaktaydı.
Kavramsal düzeyde Fransız Devrimi sonrasında ortaya çıkmış olan ırkçılık Afrikalı köle ticareti, Yahudi ve Çingene düşmanlığı şeklinde yüzyıllardır Avrupa topraklarında var olmuştur.
Almanya'da Hitler'in, İtalya'da Mussoli'nin ve Sovyet Rusya'da Stalin'in güttüğü ırkçılık bitmiş gibi gözükse de hep varlığını korumuştur.
İkinci dünya savaşının ardından harabeye dönen Avrupa'da yeniden inşa dönemiyle beraber göçmen işçi alımına başlamıştır.
Günümüzde Avrupa'da artan ırkçılık özellikle inşaat sektörü ve fabrikalarda istihdam edilen bu yabancı işçilerin geldikleri ülkelerde kalıcı olmaya başlamaları ile birlikte bir entegrasyon sorunu ortaya çıktı. Entegrasyon konusunda yaşanan sorunlar özellikle 90’lı yıllarda uyanışa geçen ve aşırı sağ uçlarda toplanmaya başlayan ırkçıların kendilerine yeni bir hedef seçmelerine neden oldu.
Nüfusa oranlandığında Avrupa’nın en yoğun göçmen topluluklarına sahip olan Fransa, Almanya, İngiltere, İsviçre, Avusturya, Hollanda, Belçika, İsveç ve Danimarka gibi ülkelerde bu dönemlerde değişik isimler altında ırkçı eğilimli gruplar partileşme süreçlerine girdiler. Hedefleri gelen azınlıklardı. Fransa’daki Cezayirli asıllılar, İngiltere’deki Asya ve Karayip kökenliler ırkçı saldırıların ana hedefi oldular Almanya’da Türkler, Belçika’da Türk ve Faslılar sürekli faşist saldırılara maruz kaldılar.
Şu anda da Avrupa'da ortaya çıktığı söylenen ırkçı yaklaşım aslında hep var olan ama zaman zaman uykuya çekilen ve gerektiğinde uyandırılan bir damar. Tabi bunda Alman devletinin bu işi bilinçli yaptığını da eklemekte fayda var.
Almanya aslında hep ırkçıydı ve Hegel'in yolundan ayrılmamaya ant içmişti.
Hegel, Germen ırkının "seçilmiş bir ırk" olduğunu, çünkü onun "damarlarındaki kanın asil bir kan" olduğu, diğer ırkların ise geri ve düşük ırklar olduğunu savunuyordu.
Hegel Germen ırkının dünya üzerindeki misyonunu yerine getirebilmesi için güçlü bir devlete sahip olması gerektiğini vurgular. "Ulusal devlet tözsel, ussal ve anlık gerçekliği içinde ruhtur," demektedir. "Bundan dolayı dünya üzerindeki mutlak güçtür... Devlet bizzat halkın ruhudur. Gerçek devleti, bütün özel işlerinde, savaşlarında ve kurumlarında harekete getiren bu ruhtur... Belli bir ulusun bilinci... kollektif ruhun gelişmesinin aracıdır... Zamanın ruhu iradesini orada gerçekleştirir. Bu irade karşısında öbür ulusal zihinlerin bir hakları yoktur, dünyaya o ulus egemen olur." Buna göre, tarih sahnesinde ortaya çıkaranlar; ulus (ve) o ulusun ruhu ve iradesidir. Tarih, türlü ulusal ruhların dünya egemenliği için çekişmelerinden ibarettir.
Bir papazın kızı olan Merkel, Alman devletinin şansölyesi içinde barındırdığı nefreti ırkçı grupları destekleyerek bir taraftan da entegrasyon masalını göçmenlere dayatarak iş verdiği vatandaşlarından aynı zamanda Alman olmasını istemektedir.
Ya bizim gibi olacaksınız ya da yaşam hakkı yok diyor. Bugün AB standardı diyerek insan hakları, ırkçılık v.s yasak olduğu Avrupa hala Hegel'in, Hitler'in ruhunu içinde yaşatıyor.
Sonra da kalkıp Türkiye'ye şu fasılayı yapmadınız, bu fasılayı kapattık diyen Avrupa'nın fikrini Hegel oluştururken bu toprakların felsefesini ise İmam-ı Gazali'ler yoğurmuştur.
Son olarak Toynbee'ye kulak verelim: Ulaştığı sonuç gerçekten son derece ilginç ve ırkçılık hastalığı hatta felaketinden kıvranan Batılı çağdaş ve modern insan için yol göstericidir:
Sarışın, esmer bütün Müslümanlar beyaz olamayan ırklara karşı renk önyargısıyla hareket etmezler ve günümüzde Müslümanlar hâlâ Ortaçağ'da Batılı Hıristiyanların insanlık âilesine uyguladığı ayrımı uygularlar; insanlığın mü'minler ve potansiyel mü'min olan münkirler olarak ikiye ayırırlar. Bu ayırım fiziksel ırkın bütün ayrımlarının üstündedir. Düşünüre göre bugünün beyaz Müslümanlarının bu "liberal" tavrı Ortaçağ'ın Batılı Hıristiyanlarınınkinden daha dikkate değer ve daha anlamlı, daha soyludur. Çünkü Ortaçağ'daki Batılıların farklı renkte insanlarla teması yoktu ya da yok denecek kadar azdı. Oysa beyaz Müslümanlar daha başından beri Afrika'daki zenciler ve Hindistan'daki esmer tenli insanlarla temastaydılar. Bu temas gün geçtikçe artmıştı, öyle ki bu gün beyazlar ve siyahlar Pakistan ve Afrika boyunca İslâmın bayrağı altında toplanmış ve kaynaşmışlardır. Bu önemli sınavda beyaz Müslümanlar ırk duygusundan özgür olduklarını, yani ırkçı olmadıklarını kanıtların en inandırıcısıyla ispatlamışlardır: her Müslüman, kızını hiç çekinmeden rengi, ırkı, dili farklı olan Müslümana bir eş olarak verebilmiştir. Arap Afrikalıyla, Türk Boşnakla, Farslı Pakistanlı veya Afganlıyla evlenmiş, Müslüman kardeşliği yanında yakın akraba da olmuşlardır.
Toynbee'nin vurguladığı anti-ırkçı eğilimler dün olduğu gibi bugün de, yarın da Müslüman bireyin temel vasfı olacaktır. Avrupa'nın medeniyet inşası noktasında hala bu topraklardan alacağı çok ders var ama önce o kibir deryasının içindeki hastalıklı ruh halinden kurtulması şart.
serkan.ustuner@haber7.com
-
Sabit Kal 10 yıl önce Şikayet EtMalcolm X'in Mekke'ye gidişini, Mısır'ı gezişini ve orada beyaz ile siyahın nasılda ırkçılığın zerresi olmadan, aynı renkmişçesine kardeşçe ve yan yana diz dize namaz kıldığını, bir beyazın alnını seccadede nasılda bir siyanın ayaklarının dibine alnını yere koyduğunu görünce, bütün siyah ırk teorisinden vazgeçtiğini çoğumuz okumuşuzdur. Bunu bir beyaza ancak İslam yaptırabilir.Beğen