“Ben”, “Biz” ve Hüseyin Sermet
Geçenlerde, Türkiye’nin kalbur üstü piyanistlerinden Hüseyin Sermet katıldığı bir TV programında sarsıcı açıklama ve eleştirilerde bulundu. Elli senelik Fransa mâcerasını sonlandırıp Türkiye’ye yerleşme kararı alan bu kıymetli piyanistin eleştiri oklarından ilki, profesyonel çevresini hedefliyordu. Hülâsa edecek olursam; Sermet, bu alandaki müzisyenlerin kendilerini geliştirmediklerini, bürokratik bir atâlet içinde yaşadıklarını, Fazıl Say gibi Türkiye’de çok hüsnü kabûl gören bâzı müzisyenlerin yaptıkları bestelerin ise, beste bile sayılamayacağını, bunların ekserisinin basit aranjmanlar olmaktan ileri gitmediğini iddia etti. Daha sonra eleştirilerini genişletti.
Hüseyin Sermet, Robert Kolejli bir âilenin çocuğu. Babası yine tanınmış müzisyenlerden Cüneyt Sermet’tir. Hüseyin Sermet, gösterdiği kabiliyet sebebiyle evvelâ konservatuara yazılmış, burada Ulvi Cemal Erkin , Ferhunde Erkin ve Adnan Saygun’un talebesi olmuş. 1968’de Türk hükûmetinin bursuyla Fransa’ya gönderilmiş ve burada Pierre Sancan, Thiery De Brunhoff, Oliver Massianen, Nadia Boulanger, Maria Curcuo gibi çok kıymetli hocalardan uzun süre ders almış, dünyânın pekçok yerinde sayısız konserler vermiş, master class’lar tertip etmiş. Hâl böyle olunca toplumsal çevresi îtibârıyla kendisini “Beyaz Türklerin Albinosu” olarak târif etmesini de yadırgamamak gerekiyor. Ama Hüseyin Sermet, bahsi geçen o programda bu çevreyi alabildiğine hırpalayan sözler sarfetti. Beyaz Türklerin aslında son derecede yüzeysel ,kültürsüz ve verimsiz bir çevre olduğunu iddia etti. Nihâyet daha da ileri giderek, Türkiye’deki vasatlığın mühim sebeplerinden birisi olarak Cumhûriyet’in kültür radikalizmini mes’ul tuttuğunu söyledi. Harf devriminin büyük bir hatâ olduğunu, hilâfetin kaldırılmasının da Türkiye’ye büyük bir zarar verdiğini savundu.
Bu sarsıcı değerlendirmelerin akabinde, kendisinin “a sosyal medya” olarak târif ettiği mecrâların coştuğunu, köpürdüğünü gördük. Elbette kendisine hakâret edenler, hıyanetle suçlayanlar ganiydi. Bâzıları ise “helâl olsun” diyerek destek veriyorlardı. Şahsî kanaâtim; Hüseyin Sermet’in büyük ölçüde doğruları dile getirmiş olduğu yolundadır. Ama bunun ehemmiyeti de yok. Hüseyin Sermet sâdece bir tarafa yüklenmedi. Eleştirileri kapsamlıydı. En yetkili ağızlardan ifâde edilen “metâl yorgunluğu” ifâdesini ılımlı bulduğunu, kendi düşüncesince bunu “paslanma” olduğunu da dile getirmekten kaçınmadı. Benim Hüseyin Sermet’in yaptığı ve dengeli bulduğum değerlendirmelerinden çıkardığım netice; Beyaz Türklerin içi kof da olsa da bir şekilde hâlâ sürdürdüğü kültürel hegemonyasına karşı çıkanların da, ortaya alternatif bir şey koyamadıkları tezidir.
Ama beni daha çok ilgilendiren bir şey daha var. Türkiye’deki kültürel mücâdelelerin genellikle “biz”ler arasında hüküm sürdüğünü düşünüyoruz. Yanlış değil. Baskın olan bu. Ama daha derinde “ben”ler (bireyler)ile “biz”ler(topluluklar) arasında bir mücâdele var. Bunu biraz açalım: Bir topluluk yeknesak değildir. Her topluluğun elbette kendi anakımı ve vasatları vardır. Büyük bir çoğunluk orada yer alır. Ama buna göre, azınlıkta yer alan birileri de vardır. İsterseniz onlara Antonio Gramsci’nin kavramıyla “organik aydınlar” diyelim; isterseniz Rusların kullandığı manâda entelijensiya, fark etmez..Entelijensiyalar , kendilerine yaptıkları özel kültürel yatırımlarla vasatın dışına çıkarlar ve farklılaşırlar. Onların konumu, topluluk ile topluluk dışı alan arasında kalan daha özgül bir alandadır.. Kendilerini nihâi tahlilde “biz” ile târif etseler de bireysel farklılıklarını rezerv tutarlar. Ârafta olmak onların en sevdiği tâbirdir. Bir saldırıya uğradıklarında veyâ böyle algıladıklarında ,topluluklarını ve topluluk değerlerini dışarıya karşı amansızca savurlar. Ama için için, farklılık tecrübelerinin onlara kazandırdıkları ile topluluk vasatları arasındaki açığı da hissederler. Bâzıları için bu açık tahammül edilemez boyutlara ulaşabilir ve zaman içinde aralarından topluluk eleştirilerini keskinleştirenler, hattâ bağlarını feshedenler, bireysel yalnızlaşmayı seçenler de çıkar. Bunun psişik dinamiklerini tam olarak kestiremiyorum. Ama gâliba, içine doğup, içinde toplumsallaştıkları topluluklarla kurdukları duygusal bağlar ,yüzeyde ve derinde farklılaşıyor. Yüzeyde bir âidiyet duygusu gelişiyor; daha derinlerde ise ,evet, kullanmaktan çekinmeyeceğim, bir nev’i nefret..
Sâbık bir organik aydın, mesâfesini arttırdığı, hele hele kopuşunu gerçekleştirdiği zaman elbette kendi topluluğu tarafından hâinlikle suçlanacaktır. Ama eş anlı olarak diğer topluluklar tarafından kendisine aşırı bir ilgi ve sempati gösterilecektir. O kişinin kendi topluluğundan kopuşu, rakip topluluğun (değerlerinin)kutsanması olarak yeni bir işlev kazanacaktır. Hiçbir topluluk kendi kendisini yeterince besleyip, sulayamıyor. Tuhaf bir şey bu. Topluluğun kendi özgül kutsamaları, kendi rutinleri içinde sıkıcı ve verimsiz bir tecrübeye dönüşüyor. “Tâze kan” ise dışarıdan geliyor. Gâliba biraz da bekleniyor. Yabancı bir kan bu. Ama çok yararlı. Hiçbir kutsama bir topluluğun , içeriden değil, bir yabancı tarafından ,doğrudan olmasa bile dolaylı kutsaması kadar verimli olamaz. Yüzeyde çatışan, hattâ boğaz boğaza gelen topluluklar, aslında derinlerde birbirlerini emziriyor. Eski topluluklarına göre “mürted”, yakınlaştığı veyâ dâhil olduğu yeni toplulukların gözünde ise “hâdî” entelijensiyalar ise bu dolaşımın damar yollarını açıyor.
Bu süreç , entelijensiyalar îtibârıyla ,kimi zaman tesâdüfî, kimi zaman tasarlanmış; kimi zaman bilfiil kalan, kimi zaman da yeni bir yatırıma dönüştürülmüş olabilir. Kimileri bunun tadını çıkarıyor, kimileri de içten içe bunun derin pişmanlıklarını yaşıyor olabilir. Bilmiyorum, ama zihin târihi açısından ele alınması, işleyiş ve neticelerinin takip edilmesini hak eden bir mesele bu. “Dönekler” olarak bilinenlerin târihi çok ilginç bir doktora çalışması olabilir…
YENİ ŞAFAK GAZETESİ