Gerçekleri görüyor insanlar
Her Ramazan'da yüreğimiz ağzımızda, her bayramımız zehir oluyor. Bari bunu başaranlar bayram yapıyor olsa! Ne gezer, kimi Toscana'dan, kimi Rodos'tan yazıyor yazılarını... Ziyarete gidilmeden, insanlarla içli-dışlı hale gelmeden bayram mı olurmuş?
Bu bayram ziyaretlerde neler konuşulacağını önceden tahmin güç değildi. Bir ay boyu yaşadıklarımız konuşa konuşa tüketilemeyecek bol malzeme sundu hepimize. Hiçbiri içaçıcı olmayan, yürek kabartıcı sohbet konuları... İnsanlar ağızlarını açtıklarında birilerinin geçmişlerini yad etmeden duramıyorlar.
“Ne sohbeti ettiniz?” merakıyla gittikleri sıcak tatil beldelerinden internete bağlanarak yazımı okuyacaklar şaşırabilirler. Şaşırsınlar. İnsanları tedirgin ettiler, meraklarını gıdıkladılar, beyin hücrelerinin biraz daha fazla çalışmasını sağladılar. Sonucuna da katlanacaklar elbette...
Sohbet halkasında ben olduğum için her açılan konu 'siyaset-medya kavgası'na gelip dayanıyor doğal olarak; bana yönlendirilen kaçınılmaz soru da şu: “Bu kavgadan kim zaferle çıkacak?”
Genellikle böyle ortamlarda en fazla konuşan olmam ben; pek anlam taşımayan, hüküm cümlesi teşkil etmeyen bir görüş ortaya atar, başkalarının düşüncelerini söylemesine imkân sağlarım. Yukarıdaki soruyla karşılaştım diyelim, ona doğrudan cevap vermek yerine, “Bu olayda 'zafer kazanmak' ne demek?” sorusunu ortaya atarım.
Sohbetlerin hangi noktaya gelip dayandığını buradan ilân etmeyeyim. Bir tek şey önemli: İnsanlar olan-bitenden rahatsız; ancak bu rahatsızlık gazete ve televizyonlarda tartışıldığı biçimde bir rahatsızlık değil. Konu açılınca, kalabalık içinden biri, sözü mutlaka, “Bu defa sonuç alınmalı” noktasına getiriyor...
Geçmişte bütün siyasetçiler basın/medya ile ölümüne bir kavgaya tutuştular. Yazdıklarını beğenmediği gazetecinin kulağını çektiği, gazete sahibini yaptığına bin pişman ettiği bir dönemdi İsmet İnönü'nün cumhurbaşkanı olduğu yıllar; ardından Demokrat Parti iktidara geldi ve ilk işi o zamana göre gerçekten özgürlükçü bir Basın Kanunu çıkarmak oldu.
Sonuç: Adnan Menderes'in iktidar koltuğunu dikenli fıçıya çeviren 'basın kavgaları' meşhurdur.
27 Mayısçılar bile darbelerini alkışlayan basın organları için “Babıâli'den geçeceğiz” tehdidini savurmak zorunda kaldılar. Tıpkı Gazeteciler Cemiyeti'nin kendisinden yaşlı başkanı Burhan Felek'in büyük bir iftiharla elini öptüğü 12 Eylülcü Kenan Evren'in, cicim ayları bitince elini ısıranları teşhir etmek için kitap yazmak zorunda kalması gibi...
Süleyman Demirel'i bir öyle bir böyle davrandığı için saymasam da olur; ama onun başbakanlığında yaşadıklarını basın hiçbir iktidar sahibine yaşatmamıştır. Adamlar, Süleyman Bey'i yerin dibine batırdılar yetmedi, eşi Nazmiye Demirel'in iffetine bile lâf atabildiler. Bir gazete patronunun evdeki İngiliz mürebbiyeye 'çalışma izni' alamadı diye Süleyman Demirel'e açtığı savaşta akan kanın haddi hesabı yoktur.
Ya Turgut Özal? O dönemin medya patronları söz Özal'a geldiğinde günah çıkartmak, “Ona haksızlık ettik” demek zorunda kalır. O dönemi siyaseten değerlendirenler de, “İlk birkaç yıl çok başarılıydı, muhteşemdi, sonrası gelmedi” der. O ilk birkaç yıl basının nispeten hakem konumuna çekildiği dönem oluyor; sonrasını olumsuz getiren yine medyamız oldu.
Turgut Bey ve ANAP'ın ülkeye bir şeyler kazandırmak için yaptıkları medyanın ülkeyi yönetme merakı yüzünden heba olup gitti. Medya patronları kendileriyle iktidarı paylaşmaya hazır gördükleri siyasileri parlatıp önce partilerin, sonra da hükümetin başına getirdiler.
Mesut Yılmaz ile Tansu Çiller'in ANAP ile DYP'nin başına gelişleri tam bir 'İkitelli yapımı'dır. Sonradan onlara da tavır almalarına, özellikle Tansu Çiller'in siyasi hayatını karartmalarına bakmayın; Nasrettin Hoca'nın kardan helva yapıp, “Ben yaptım, ben de beğenmedim” dediği bir ülke burası...
İktidarı medya ile paylaşmaya razı olan siyasiler talepler karşısında ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Eski bir lidere yakın bir bakanın ağzından, “Dediklerini yaparsak Yüce Divan'a gideriz” endişesini işitmiştim. Bakan ve lideri Yüce Divan kapısından döndü...
Hasta haliyle RTÜK Kanunu patronların istediği biçimde çıksın diye Meclis'te 24 saat nöbet tutan Bülent Ecevit bile yaranamadıktan sonra... Ecevit Hükümeti'ni düşürmek, yerine geçecek bir parti kurdurarak DSP'yi dağıtmak medya patronlarının projesiydi.
Bayram sohbetinde benim kimselere bunları anlatmam gerekmedi, çünkü çoğu bu gerçekleri zamanında okumuşlardı. “Öyle değil mi?” tasdik sorusuna “Evet” demem yetti de arttı bile...
İnsanlar gerçekleri görüyor.
-
tuncay tezel 17 yıl önce Şikayet Ethükümet akıllandı. bu millet aydın doğan tavrını en başından türk maneviyatına uzak görüp sevmemişti. herkesin dilinde tek bir şey vardır: aydın doğan söylediyse tersine inan. hükümet bunu yeni anladı. türk milleti onurlu, samimi, haysiyetli, kararlıdır. bir şeyi sevmezse kimseyi dinlemez. türk milleti maneviyatını koruyan yazar ve hükümetleri ister. maneviyata samimi bakan insanları sever. hükümet bunu biraz olsun anladı. ama daha çok alacakları yol var.Beğen
-
halil erdoğan 17 yıl önce Şikayet Etha bu arada.... taha bey bayramınızı tebrik eder bütün insanlık alemine hayırlara vesile olmasını diler size ve ailenize ömür boyu mutluluklar temenni ederim...Beğen
-
halil erdoğan 17 yıl önce Şikayet Etteşekkürler.... evet gerçekten de yazdıklarınız tamamen doğrudur... katılmamak mümkün değil... bende artık bu basın-yayın ve rtük yasasının bir an evvel tıpkı avrupa'da olduğu gibi ab standartlarına göre tanzim edilmesinin zamanının geldiğini düşünüyorum... ve bu medya iktidar hırlaşmasında artık medyanın kendi doğal sınırlarına çekilmesinin icab ettiği kanaatindeyim...Beğen