Yaşar İliksiz
Yaşar İliksiz
HABER7 YAZARI
TÜM YAZILARI

İşte Abdulhamid'in Yeni Türkiye'si

GİRİŞ 12.11.2008 GÜNCELLEME 12.11.2008 YAZARLAR

İki kısım yazar vardır. Biri kısmı gerçeği bulmak ve gösterebilmek için mücadele verir. Gelişmeleri buna göre değerlendirir ve belgeleri bu maksatla didik didik eder. Bir kısım yazar da inandığı ya da inandırıldığı gerçeği ne pahasına olursa olsun ispatlamak için olayları kendi kalıbına sıkıştırarak yorumlar ve belgeleri  'değişmesi imkansız' tezini ispatlamak için seçer. 

Bu kısımda yer alanlar, bir inancın temsilcisi olarak yaptığını 'ibadet' gibi görerek, hiç bir ahlaki kaygı ve utanma hissi duymaksızın, sadece işine yarayan belgeleri kullanır. Hatta bazıları daha da yüzsüzleşip, hasımları erişemesin diye kendine göre yanlış olan diğer belgeleri ortadan kaldırmayı bile ihmal etmez.

Yıllar boyunca tarihi belgeleri didik didik taradıklarına şahitlik ettiğim pek çok tarihçi de tıpkı yazarlar gibi iki kısımdı. Gerçeği arayanlar ve kendi gerçeklerine dayanak arayan "kesin inançlılar"!

Gerek tarih bölümü öğrencisi, gerekse gazeteci olarak; dogmalarla savaştım ve "kendini sorgulatmayan inanç yanlış inançtır" görüşüne iman ettim. Hep birinci kısımdakilerin yanında kalıp, bedeli ne olursa olsun gerçeği ortaya çıkarma mücadelesi verdim.  

Bu nedenle Prof. Dr. İlber Ortaylı'nın ifadesi ile, "yeni hiç bir şey söylemeyen"  "Mustafa" filmi konusunda yazılan yüzlerce yazıyı satır satır dikkatle okudum. Malesef  bir Türkiye klasiği olarak bildiğimiz kayıkçı kavgalarının ötesinde yeni bir açılım söz konusu değildi. İşine yarayan beğendi, işine yaramayan beğenmedi ama hiç biri 'vay be şu noktayı ben nasıl göremedim' deme erdemini gösteremedi.

Tam ümidi kesmiştim ki gerçeği arayanlara hizmet eden, dogmatik bakış açılarını değiştirmeye imkan sağlayıp, gerçeğin görülmesine katkı sunacak, ard niyet arz etmeyen bir yazı görebildim. Fazla kimsenin dikkatini çekmedi. Çekse şaşardım zaten.

Umutlarımı bir nebze olsun yeşerten söz konusu yazı, dünyaya nereden baktığı gayet net ve samimiyeti ile doğruyu arama çabaları tartışılmayacak duygusal bir kaleme aitti:

"BİR İSLAM ÜLKESİNE BATI'DAN SARIŞIN BİR ADAM GELDİ" SANMAYIN...

Zülfü Livaneli, Vatan gazetesindeki köşesinde yayınlanan 8 Kasım tarihli  yazısında, Avrupa Yeşil Partileri Kongresi'nde yaptığı konuşmayı hatırlatıyor ve şunları söylüyordu:  "Sizlerden rica ediyorum. Lütfen Türkiye’yi daha iyi anlamaya çalışın. Eğer birileri şöyle düşünüyorsa tamamen yanlıştır: Bir İslam ülkesine günün birinde Batı’dan sarışın bir adam geldi ve ülkenin dilini, dinini, âdetlerini, yaşam biçimini değiştirdi. Bu şematik bir görüştür, ne tarihe uygundur ne de sosyolojiye. Bizim son 250 yılımız Batılılaşma çabalarıyla geçmiştir.”  Ve sonra bu görüşümü doğrulayan örnekler vermiştim.

Ama bugün bakıyorum Türkiye’de bile böyle çocukça, hiçbir mantığın kabul etmeyeceği görüşleri dillendirenler var... "

ALFABE DEVRİMİNİN TEMELLERİ  DAHİ ÖNCEDEN ATILMIŞTI

Livaneli'nin yazısında üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken, gölgede kalmış önemli tarihi gerçekler var.

"Bildiğimiz gibi Batılılaşma hareketleri ondan önce başlamıştır. Mesela Abdülhamit zamanında bile, kendisinden önce yayınlanan çeviri eserlerin toplamından daha fazla Batı eseri yayınlanmıştır. Alfabeyi kolaylaştırma çabaları o dönemlerde başlamış hatta Enver Paşa tarafından uygulamaya bile konulmuştur. Osmanlıcayı Latin harfleriyle yazma denemeleri o kuşağın en büyük meraklarından birisidir.  Manastır’da Latin harfleriyle Türkçe gazete yayımlandığını biliyoruz...."

MUSTAFA KEMAL BATILILAŞMANIN BAŞLANICI DEĞİL SONUCUDUR

"Mustafa Kemal, özgürlük ve çağdaşlaşma hareketlerinin başlangıcı değil, iradesiyle bu hareketleri zirveye ulaştıran bir liderdir"  teşhisi yapıyor Zülfü Livaneli. Bu teşhis; siyasi nedenlerle, kavganın iki kutbunun da ısrarla kabullenmek istemediği  ve yok saydığı gerçeği bir kez daha haykırıyor.  Ama duymak isteyen kaç kişi var!... Derler ya 'namazda gözü olmayının ezanda kulağı olmaz.." 

Korkarım ki, aslında kimsenin tartışmaların şu ya da bu şekilde bitmesini istediği yok. Kimse gerçeği merak etmiyor. Herkesin derdi, bu tartışmadan kendine pay çıkarabilmek ve kendi "doğrularını" pazarlayabilmek...

Türkiye, kavgasız ve demokrat bir gelecek kurabilmek için; en radikal sağcısından en radikal solcusuna kadar şu gerçeği kavramak ve kendisine gerçekmiş gibi sunulan tüm dogmaları teker teker sorgulamak zorundadır: Gazi Paşa, Batılılaşma hareketini başlatan değil sonuçlandıran, Atatürk devrimleri de Batılılaşma hareketlerinin ilk adımı değil, zirve noktasıdır...  

OSMANOĞULLARI SÜLALESİ DE BATILILAŞMA YANLISIYDI...   

Bu noktada Ünal Tanık'ın 6 Mart 2008 tarihindeki "Halife Abdülmecit'in söylediği tek kötü söz" başlıklı yazısında yer verdiği önemli bir röportajdan yaptığı alıntıyı hatırlamakta yarar var.  

"23 Ağustos 1944’te Paris’te ölümüne kadar geçen çeyrek asırlık sürgün döneminde, Atatürk aleyhinde söylediği (ne kadar aleyhinde o ayrı konu) tek bir ifade vardı: 

Yapılan röportajlardan biri 15 Mart tarihli “L’Illuustration” gazetesinde geniş bir şekilde yer aldı. “Sürgündeki Haşmetli” başlığı ile yer alan röportajda Abdülmecit Efendi’nin şu sözleri yer alıyordu: “İki yüz yıllık geri kalmamızı iki yılda ortadan kaldırmak istiyorlar. Çok hızlı gitmek doğru değildir. Tabiatın arada bir dinlenen gidişine milletlerin de ilerlemelerinde ayak uydurması gerekir.”

Mülakatı yapan Madame Noelle Roger, Abdülmecit Efendi için, “Kendini yurdundan ayıranlar hakkında (çok hızlı gitmek doğru değildir) sözünden başka bir tenkitte bulunmadığını” not ediyordu...." 

"İki yüzyıllık geri kalmışlık" ifadesinin bir Osmanoğlu'nun ağzından çıktığına dikkat... Sizlere yanda oldukça dikkate şayan bir tablo sunuyorum.

Bu örneği özellikle seçtim çünkü Abdülmecit Efendi’nin altını çizdiği "2 asırlık geri kalmışlık" Osmaoğulları Ailesinin fark ettiği andan itibaren telafisi için politikalar geliştirmesine ve yüzünü Batı'ya dönmesine neden olan olgudur. Kendisi de ressam olan Abdülmecit Efendi’nin böyle düşünmesi kimilerine göre "Yozlaşmış bir Osmanoğlu" olması olarak yorumlanabilir. Ama İkinci Abdulhamid için bunu söylemek cesaret ister.

Bu tarihin başlangıcı Tanzimat dönemi olarak yaygın kabul görse de Ali Budak ile yaptığımız röportajda da görülebileceği gibi artık Lale Devrine kadar geri çekilebilmektedir. Bu görüşe destek veren tarihçilerden Zekeriya Yıldız'ın son romanı Hasbahçe'de Sonbahar da Lale Devrini bitiren isyancı Patrona Halil'in, Batılılaşmaya muhalif "Derin devletin" etkisi altında olduğu iması da oldukça farklı bir renk olarak dikkat çekici.  

EVET, ALLAH'IN HALİFESİ DE BATICI İDİ!

Bu noktada Allah'ın yeryüzündeki gölgeleri olmaları nedeniyle  Osmanoğulları'nın Batıcı Akımının içinde yer aldığını hazmedemeyenler olacaktır. Hatta yıllarca Batıcılığı kendi tekeline alanlar da savunmalarını Osmanlı'ya düşmanlık üzerine kurduklarından bu gerçeği kolay kolay kabullenmek istemeyeceklerdir.

Ancak  en uç örneği vererek hem Abdulhamid'i siyaseten İslamcı Akım içine alanların, hem de Osmanlı Hanedanı gerici görüşleri savunuyordu diyenlerin dogmalarını biraz sarsmayı deniyorum.

Yanda gördüğünüz tablonun aslı Erol Makzume Arşivinde bulunuyor. Tablo ünlü saray ressamı Fausto Zonaro'ya ait ve "Yeni Türkiye" adını taşıyor..  Türbanını çıkartmakta olan bu genç kadın portresi, Figoro İllustre dergisinin Zonaro Özel Sayısı'nın kapağı ve Türk resim eleştirmeni Levanten Adolphe Thalasso'nun yazısı eşliğinde yayınlandı. 

Ömer Faruk Şerifoğlu'nun yayına hazırladığı Adolphe Thalasso'nun Osmanlı Sanatı adlı eserde yer alan bilgilere göre, aslında Zonaro bu resmi gönderirken tedirgindi. Sultan Abdulhamid'in kızmasından endişe ediyordu. Ancak kaygılarının tam aksine Sultan Abdulhamid, kendi saray ressamı hakkında çıkan bu yazıyı çok beğenir. Öyle beğenir ki 25 Şubat 2007 tarihli Le Stamboul gazetesinde yer alan habere göre, derginin sanat müdürü Roger Miles ve yazar Adolphe Thalasso'yu Mecidiye Nişanı ile ödüllendirir.

Bu tablo ışığında Livaneli'nin de "Abdülhamit zamanında bile..." derken farkında olmadan Sultan'a haksızlık ettiği ortada değil mi?

Özellikle II. Abdulhamid'ten bir örnek seçtim çünkü İslam Birliğini savunduğundan dolayı evliya makamına olduğuna inananlar var. Elbetteki takvası ve Allah'a imanının zerrece sorgulanması bile abes bir padişahtı Abdulhamid.  Ancak siyasi şartlar gereği İslam Birliği tezine sarılmış olmasına rağmen yüzünü Batı'ya dönmüş olan Osmanoğulları gibi o da esasında Batılılaşma yanlısıydı... 

Döneminde verilen fetvaları ve bilim - teknik alanındaki atılımları dikkatli süzerseniz onun karizması ve dehası ile yoğurup, farklılaştırdığı bir siyasi görüşe sahip olduğu aşikardır. Sarayda kendisini olumsuz etkilediği için Türk Müziği dinlemeyen ve Klasik Batı Müziği dinleyen bir Sultan Abdulhamid portresi malesef kimsenin işine gelmiyor. Ama ne yaparsınız ki gerçek böyle.... Kendi kızının anılarında dahi bunları görebiliyoruz... Tabi görmek istersek... 

Yani diyebiliriz ki Batılılaşmak = Kemalizm ise Abdulhamid de bir Kemalist idi. Ama tersinden söylemek gerekirse bu kez karşımıza başka bir gerçek çıkıyor:

MUSTAFA KEMAL HAMİTİST İDİ

Prof. Dr. Yalçın Küçük, (Bilim adamlığının tartışılmadığı günlerde kaleme aldığı) Aydın Üzerine Tezler adlı eserinde oldukça önemli şu saptamayı yapıyordu: Mustafa Kemal Paşa da Hamitist'ti. Onun politikalarını sürdürdü. Bu nedenle de İttihat ve Terraki Cephesi aslında ona düşmandı! 

Bu veriler ışığında söylenecek o kadar çok söz, kabullenilmek istenmeyen o kadar çok gerçek varken, insanların kayıkçı kavgaları ile oyalanmaları ne tuhaf!

Mesela Agnostik olduğu su götürmeyen Mustafa Kemal Paşa'nın Müslümanlığı. "Ömrünün dinle savaşta geçtiğini" söyleyecek kadar ileri gidiyor Can Dündar.  Kemalizm söz konusu olduğunda eline su dökmem bile mümkün olmayan Toktamış Ateş ise onun tersine bir tezle "O samimi bir Müslümandı" diyor. Hangisinin görüşü daha isabetli. Kimsenin kalbini yarıp bakmak mümkün olmadığına göre ve  Atatürk'ün bu konuda her iki yöne çekilecek sözler sarf ettiğine göre nasıl bir hüküm verilebilir?

Herkes kendisine göre yorumlasın diye kolay bir kaçış yapılabilir.. Ama izninizle bu konuda da ezber bozacak bir örnekle dogmaları kırmaya yelteneceğim. 

19 Ocak 1923 tarihinde TBMM'deyiz. Bediüzzaman Said Nursi'nin "Allah'ın ipine sımsıkı sarılın" Ayeti ile başlayan "Zaman cemaat zamanıdır.." ile süren sözlerine kızan Mustafa Kemal Paşa, "... geldiniz aramıza ihtilaf soktunuz" dediğinde ağır cevap alıyordu: "Paşa, paşa! İslamiyet'te imandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir. Haninin hükmü merduttur... "

Özetle vaka böyle, teferruatı uzun... Bu sözler siyaseten bazılarını çok kızdırıyor ve bazılarının eteklerine de zil çaldırıyor farkındayım. Ama sloganlaştırılmaya oldukça müsait bu tartışma ve sonrasında hep gözden kaçırılan bir buluşma önemli ipuçları veriyor.... 

Birincisi şu ki 'hain' diyecek kadar ileri giden Said Nursi neden münafık ya da kafir demiyor da 'merdut' (dışlanmış... reddedilmiş) demekle yetiniyor? Onun kafir diyemediği birine kafir diyecek kadar ileri gidenler onun bilmediği ne biliyor? Hakikati bilenler ile bilmeyenler arasındaki fark işte burada...

İkinci olarak daha da şaşırtıcı bir noktaya götüreyim şimdi sizi. Bu tartışmayı yapan ikilinin bir daha bir araya gelmesini düşünmek bir yana, birinin diğerinin katlini bile neden gerçekleştirmediği tartışılması gerekirken, bakın neler oluyor:

Tarih 17 Nisan 1923...  Mekan Ankara Tren istasyonu. Bediüzzümün Said Nursi Van'a doğru yola çıkıyor. İstasyona giderken bakın ona kimler eşlik ediyor: TBMM'den bir kaç milletvekili ve Gazi Mustafa Kemal Paşa!

Bazılarının ısrarla Atatürk'ü suçlamak ve din düşmanı göstermek için kullandığı o meşhur tartışmadan 3-4 ay sonra bu ikili nasıl bir araya gelebildi? 

İsterseniz bir de ne konuştuklarına bakalım: Mustafa Kemal, Nursi'ye heykeller hakkındaki fikirlerini soruyor. Nursi cevap veriyor: "Müslümanların heykelleri hastaneler, okullar, yetimhaneler, camiler ve yollardır..."

Ve o gün trene binen "Eski Said",  "Yeni Said" olmaya giderken, görünen o ki 3 ay önce gözüne parmak sokularak 'hain ve merdut' ilan edilen Mustafa Kemal Paşa da o gün kendisine 'fetva verilecek' kadar azat edilmişti.   

Bu bağlamda bir gerçeğin daha altını çizmekte tekrar yarar var. Halifeliğin kaldırmasını da "Mustafa Kemal'in katlini vacip kılan bir dinsizlik hamlesi" olarak görenler var. Toktamış Hoca "kaldırmasa iyi olurdu" görüşündeymiş. Gwrçi "ama bırakmadılar ki..." diyerek kaldırmanın bir mecrub,yrt olduğunu da işaret etmiyor değil.  

Ama Halifelik, o günlerde milliyetçilik rüzgarları ile savrulan İslam aleminde Afrika ülkeleri dışında önemi kalmayan, İngilizlerin elinde emperyalizme hizmet silahına dönüştürülecek hale gelmiş siyasi makamdı.  Bu makamın lağvedilip, yetkilerinin TBMM'ye devri, emperyalizim en tehlikeli silahı ele geçirmesini engelleyen stratejik bir zaferdi!  Yoksa Mustafa Kemal gibi pragmatist bir lider, alacağı fetvalarla işini kolaylaştıran bir makamı öyle kolay feda etmezdi ve istediği fetvaları verecek bir halife bulmakta da o kadar zorlanmazdı!

Aslında çekişmenin yönünün sanıldığından farklı olduğunu kabullenmek zorundayız....

"Milliyetçilik rüzgarları ile savrulan İslam Dünyası" noktasında kalalım. Ve Türk Milleti'nin doğum tarihini de izninizle bir sonraki yazıya bırakalım...

Yaşar İliksiz - Haber 7

yasar.iliksiz@haber7.com

YORUMLAR 42 TÜMÜ
  • Dilâra Çamlıbel 17 yıl önce Şikayet Et
    Sağolasın Yazar abi, gene imdadıma yetişmişsin ne demişler ak akçe kara gün içindir :P. Ben böyle düşünüyorum, ne Abdulhamitçi, ne Atatürkçü tarihimiz ne söylüyorsa o! Taraf olmadan anlamaya çalışmak ve gerçeğin ne olduğunu bilmek. Her ikisi de tarihe mal olmuş bir şahsiyet, iyisiyle kötüsüyle geçip gitmişler, okuyup ibret almaya çalışmak varken neden illa birini iyi birini kötü göstermeye çalışıp bir de bunun üzerinden toplumsal kutuplaşma üretmeye uğraşıyoruz artık geçmişi öğrenip geleceğimize baksak ve yeni ve güzel bir tarih bıraksak çocuklarımıza torunlarımıza.
    Cevapla
  • Metin Yazar 17 yıl önce Şikayet Et
    Fes başıma fes başıma.... Baykal Ergenekonun avukatlığını yaparsa ben de Çamlıbel'in avukatlığı haydi haydi yaparım.Dilara Çamlıbel Atatürk'e demokrat mı demiş,dindar mı demiş,her yaptığı doğru mu demiş,camiye müze yapmadı mı demiş,İstiklal mahkemelerinde büyük hatalar yapılmadı mı demiş...? Bence bunların hiçbirini dememiş. Sadece yaptığı iyi ve güzel şeylerden bahsetmiş.Yani adil olmaya çalışmış.Kılık kıyafetle müslüman olunsa son şeyhülislamlardan bazıları mason olmazlardı.Abdülhamid Han sarık mı takıyordu,yoksa yunanın fesini mi
    Cevapla
  • Dilâra Çamlıbel 17 yıl önce Şikayet Et
    Atatürk'ün inkılapları vasıtasıyla bu ülke vatandaşlarına bu fırsatlar sunulmasaydı ben de. kör bir insan olarak yaşayıp ölüp gidecektim ve belki asıl bunun için Allah beni cehenneme atacaktı.O yüzden Atatürk inkılaplarını ahlaksızlaştırma veya soysuzlaştırma olarak algılamayın kişi sunulan fırsatları ister iyi yönde kullanır ister farklı bir yönde. Ayrıca O'nun ateistliği beni ilgilendirmez, o ateist diye ben de ateist olacak değilim. Belki bir dönem birilerinin canını acıttı ama kabul etmek lazım toplum bu gün gözünü yavaş da olsa açmaya başladıysa bu cumhuriyet sayesinde oldu.
    Cevapla
  • Dilâra Çamlıbel 17 yıl önce Şikayet Et
    .. Hoşgörülüyüm, cahil insanlar gibi farklı olana öcü diye bakmıyorum onları dışlamıyorum, tersine anlamaya kendimi onların yerine koyarak düşünmeye çalışıyorum. Kendi doğruma sahip çıkıyorum ama onların doğrusunun da onların doğrusu olduğunu bilerek saygı gösteriyorum. Tersine Atatürk'ün inkılapları beni senin saydıkların gibi biri yapmadı. Evliyim, çalışıyorum bu bana eşimi aldatmam için fırsat demek değil, eşimle çok iyiyiz, ahlaksız değilim.
    Cevapla
  • Dilâra Çamlıbel 17 yıl önce Şikayet Et
    .. Ama bak bana şimdi, okudum, mesleğim var, ekonomik özgürlüğüm var, dünyadan kopuk bir vaziyette erkeğin kölesi değilim, Kuranı kerimi gerçek manasıyla anlayabilmenin onu sadece okumaktan geçmediğini, Allah'ın bizden istediklerinin son dönem Osmanlıdaki din taciri medrese mollarının söylediklerinin asla olmadığını biliyorum ve en azından araştırıyorum, soruyorum, eleştirip mantık yürütebiliyorum
    Cevapla
Daha fazla yorum görüntüle