Prof. Duran'a göre Cemaat'in iki çıkmazı!

Şehir Üniversitesi öğretim üyesi ve SETA İstanbul Koordinatörü Prof. Dr. Burhanettin Duran, Cemaat-hükümet çatışması üzerinden din-devlet ilişkilerini yeniden konuşmamız gerektiğini ifade ediyor.

ABONE OL
GİRİŞ 12.01.2014 17:30 GÜNCELLEME 12.01.2014 17:47 RÖPORTAJ
Prof. Duran'a göre Cemaat'in iki çıkmazı!

"Türkiye için neyin iyi ya da kötü oluduğuna dini bir grup değil, seçilmiş iktidar karar verir" diyen Şehir Üniversitesi öğretim üyesi ve SETA İstanbul Koordinatörü Prof. Dr. Burhanettin Duran Yenişafak gazetesine 17 Aralık ve sonraki süreci anlattı. 

Cumhuriyet'le başlayan radikal batılılaşmaya karşı İslami çevrelerden farklı yöntemlerle birlikte benzer çeşitli itirazlar yükseltildi. Said Nursi bu itirazlardan biri. Dini grupların onları kamusal alandan tasfiye eden devletle ilişkileri nasıl olmuştu?

Bugüne kadar İslami aktörlerin -tarikatları, aydınları ve ulemayı kastediyorum- büyük bir çoğunluğunun tavrı ve yöntemi devletle çatışma değildi. Baskı geldiğinde geri çekilme, ilmi çalışmalara yönelme ama serbestlik bulduğunda da hareket sahasını genişletme tavrı. Türkiye İslamcılığında çok sayıda grup ve isim vardır fakat devlete karşı tek kalkışma Şeyh Sait hadisesidir. Bu, Türkiye'deki İslami hareketlerin Sünni kodlarını ortaya koymaktadır. Said Nursi'nin de bu kalkışmayı desteklememesine dikkat etmek gerekir. Bu tabi devletin algılanmasıyla ilgilidir.

DEVLET SAHİPLENİLDİ

Bu yöntem, İslami hareketlerin büyük kısmının toplanıp da karar verdikleri bir şey değil. Bunun köklerini nerede aramak gerekir?

Sünni kodlara baktığımızda şeriattan saptığı düşünülen yöneticiye karşı çıkma fikri diye bir şey var elbette. Ama başından itibaren baktığımızda devlet aşkın ve soyut bir varlık olarak sahiplenilir. Sözgelimi Osmanlı'da devletin temel amacı gaza ideolojisiyle İslam'ı yaymak olduğundan devlet, tarikatları kamusal alana entegre etmiştir. Osmanlı-Türkiye tecrübesinde tarikatların kendilerini devletin yerine koymak ya da devleti ele geçirmek gibi bir dertleri olmamıştır. Devlet de sadece bekası ile ilgili tehlike sezdiği yerde tarikatlara müdahale etmiştir. Bunun dışında devletle tarikatlar birlikte çalışmıştır.

Bu süreçte devlet eleştirilmiştir de ancak ümmetin maslahatını dış düşmanlara karşı koruyan devletin zayıflamasından korkulmuştur. İslami hareketlerin siyasete girip girmemeleri meselesi değil tartıştığımız. Ortada sosyal bir hareket varsa onun siyasal konulara dâhil olması normal ve kaçınılmazdır. Mesele 'nasıl' dâhil olduğudur.

YA CEMAAT YA SİYASET

Ama siyasi parti kurarak, Milli Görüş Hareketi'nde olduğu gibi, bunu yapabilir...

Evet, bu durumda yapabilir. Üçlü bir tasnif yapabiliriz din-siyaset arasındaki ilişkiyi netleştirmek için. Bir; siyaseti etkilemek... Bunu bütün bireyler gibi kolektif yapılar da yapmaya çalışabilir. Bütün demokrasilerde de geçerlidir. İkincisi, bir cemaatin siyasi partiye dönüşmesi meselesi, bu da olabilir. Milli Görüş Hareketi'nin dini bir hüviyeti vardır ve fakat bir siyasi parti olarak da faaliyetini devam ettirmektedir. Oyunu siyasetin kurallarına göre oynamak zorundadır, seçimlere girer, seçilir, seçilemez.

Peki niye öyle olmadı?

Fakat burada üçüncü bir boyut daha var. O da, kendi dini örgütlenmesini seçilmiş siyasetçilerin gücünden de istifade ederek, devlet içinde var olan ama şeffaf olmayan bir örgütlenmeye çevirmek. Adı konulamayan, sorumluluğu olmayan, seçilerek gelinmeyen bir yerden çok derin bir şekilde siyaseti etkilemek, işte bunu yapmak problemlidir. Şu an Türkiye'de konuştuğumuz şey bu üçüncüsüdür.

Gülen Cemaatini nasıl tanımlamak gerekir?

Burada asıl soru, bizim değil cemaatin kendisini ne olarak tanımladığı meselesidir. Kendisini yalnızca bir dini grup olarak tanımlıyorsa kendi ülkesinin milli çıkarlarıyla bu kadar ters düşüyor olması çok ciddi bir handikaptır. Konunun sadece iç siyaset meselesi olmadığı dış politikada da bir ayrışma olduğu hatırlanmalıdır.

Eğer Gülen cemaati, kendisini ülkesinin milli çıkarlarına rağmen dış politika yapabilecek bir uluslararası aktör olarak bağımsız bir konumda düşünüyorsa o zaman Türkiye merkezliliğini kaybetmiş demektir.

DEVLETE RAĞMEN DIŞ POLİTİKA ÜRETİLEMEZ

Türkiye için neyin iyi ya da kötü olduğunun kararını bir dini hareketin vermesi ve bunun için siyaseti dizayn etmesi kabul edilemez. Şöyle düşünün Amerika'daki bir dini hareketin, uluslararası bir aktör haline gelerek Amerikan dış politikasına ters düşecek, Rusya'yla, Çin'le denk düşecek bir politika üretmesi mümkün müdür? Gülen cemaatinin aşırı siyasallaşmasının sonuçları ne olacak peki sizce?

Bir dini hareketin olabileceğinin ötesine geçen bu siyasallaşma son hadiseler üzerinden cemaatin, dini meşruiyetini de zedeleyen bir yere götürdü konuyu. Sebebi de şu, böylesine iddialı bir aktör olmaya heveslendiğinizde hegemonik davranıyorsunuz. Devletteki dışlayıcı kadrolaşmalarınız da adaletsizlik suçlamasını beraberinde getirir.

MEŞRUİYET KAYBI RADİKALLEŞTİRİR

Sınav sorularının çalındığı iddiası gibi mi?

Sınav sorularıyla ilgili bir takım iddiaların olması veya kendi bağlılarını kayırarak liyakat olmadan örgütlenmeleri şeklindeki suçlamaların hepsi adalet konusunu gündeme getiriyor. Bir dini hareketin adaletsizlikle suçlanması onun merkezi iddiasını da çürütecek çok ciddi bir meşruiyet kaybıdır. Şu anda olan budur. Bu meşruiyet kaybının cemaati önce yalnızlaştırmaya sonra da radikalleşmeye doğru sürükleyeceğini söylemek mümkün. Bir dini hareket düşünün ki bağlıları dışındaki büyük bir kitle tarafından adaletsizlikle suçlanıyor, kendisine güvenilemiyor... Emin olunmak bir dini hareketin olmazsa olmaz hayati özelliğidir.

DEVLETİN DİNİ BİR YORUM ELE GEÇİRMEMELİ

Peki, bundan sonra ne olacak? Ulaşılan fotoğrafın, Türkiye'deki İslam-siyaset ilişkisinin doğasını değiştirebileceğini söylüyorsunuz...

Dini bir grubun devlet içerisinde bu kadar güçlü bir şekilde örgütlenebilmesi ihtimali, Kemalistler tarafından gündeme getirilen İslami aktörler tarafından şiddetle reddedilen bir şeydi. Bir kere bu bile Türkiye'deki laiklik meselesini yeniden tartışmayı gerektirir. Bu sefer İslami aktörler tarafından bu tartışmanın yapılması gerekir. Bir dini grubun devlet içerisinde bu kadar güçlü olması ve diğer dini grupların kendilerini tehdit altında hissetmesi bugün yaşadığımız şeyse eğer, bunu korumanın yolu, devletin dini bir grup ya da dini bir yorum tarafından ele geçirilmesinin engellenmesidir. Bu anlamda bir laiklik... Belki bu yeni bir laiklik tanımlamasıdır. Kapsayıcı bir arada yaşama formülü olarak söylüyorum. Mesela cemaatin devletteki karşılığı sorusu... Savcılar, hâkimler ya da emniyet mensupları devletin görevlileridir. Bunların devletin ana işleyişinin dışında kullanılıp kullanılmadığı meselesi uzun zamandır tartışılan bir konu. Bunun netleştirilmesi lazım. Bunun ilk yolu da Türkiye'deki dini hareketlerin legalleştirilmesidir. Tarikat ve cemaatlerin legalleşerek şeffaflaşması, tanınarak kamusallaşması gerekiyor artık.

SAİD NURSİ İLE CEMAAT AYNI YERDE DEĞİL

Sünniliğin farklı bir yorumunu ortaya koyan bir cemaatin, bir şekilde başararak başta söylediğiniz üçüncü tabloyu oluşturmuş olmasının belki demokratik dünyada sıkıntılı bir tarafı vardır ama nihai hedef anlamında, mesela Türkiye'nin İslamlaştırılması anlamında, başarıyorsa neden sıkıntılı olsun ki?

Gülen Cemaati yeni taktikler ve metotlar deneyerek Kemalizmin çizdiği sınırları aşmayı başardı. Yani devlet içerisinde bir takım pozisyonları elde etmek için kendilerinin dini hüviyetini saklayabildiler. Bu, diğer dini grupların yapmak istemedikleri bir şeydi. Mesela Said Nursi konumunu gizlemedi hiçbir zaman. Ama şimdi Nurculuktan ilham aldığını söyleyen bir cemaat öyle bireyler yetiştiriyor ki bu bireyler kendilerinin Nurcu hatta dindar olduklarını gizleyerek hareket edebiliyorlar. Şimdi mesele ikinci aşamaya geldi, Müslüman bir ülkede İslamcı olduğu söylenen bir iktidara karşı yine bu yöntemle bir siyaset yürütülebilir mi? Kritik soru budur.

Bir makalenizde Risale-i Nur'un 'Fethullah Gülen Yorumu' diye bir şeyden söz ettiniz. Farklı yorumlar var demekki. Gülen cemaatini Said Nursi'den farklı kılan asıl başlıklar neler?

Biliyorsunuz Risale-i Nur'un müellifi Said-i Nursi kendisini Eski Said-Yeni Said diye iki ayrı döneme ayırıyor. Eski Said, Osmanlı'nın son dönemindeki güncel siyasete müdahale eden, II. Abdülhamid'e muhalefet eden bir aydındır. Yeni Said ise Cumhuriyetin materyalist politikalarla açtığı boşluğu iman hizmeti ile doldurmaya çalışan, zühd sahibi bir âlim. Said-i Nursi'nin talebelerinin yaptıkları ortak açıklama siyaset etme tarzı itibari ile Gülen Cemaati ile diğer Nurcuların ayrıştığını net olarak göstermiştir. İslami hassasiyetleri olan bir yönetime karşı bu derece sert ve radikal bir tarzı kesinlikle reddettiklerini açıkladılar.

SÜNNİ KODLARDAN AYRILIŞIN İKİ UNSURU

Prof. Dr. Burhanettin Duran cemaatin Sünni kodlardan ayrılmasını takiyye siyaseti ve merci-i taklit ile açıklıyor: 'Sünni kodlardan uzaklaşmayı iki unsurla açıklayabiliriz. Birincisi; Kemalizmle olan kapışmadır. Kemalizmin, klasik Sünni paradigma içerisinde kalarak kendisiyle hesaplaşmayı engellemesi, Gülen cemaatini kendisini saklamaya itmiştir. Yani bu kendini saklama bir siyaset tarzı olarak ortaya çıkıyor fakat daha sonra bu siyaset öyle bir cemaat yapısı ortaya çıkarıyor ki bu Şia'nın takiyye siyasetine benziyor.

Sünni kodlardan ayrılışın ikinci önemli hususu da şudur; bu hareket başından itibaren kendisini diğer İslami gruplardan özel olarak ayrıştırdığı, kendi dini söylemini tartıştırmadığı için yeni bir olgu üretti. Hocaefendiyi takip etmek sanki Şia dünyasındaki 'merci-i taklit' olan bir ayetullahı taklit ediyormuşsunuz gibi bir fonksiyon oluşturdu.'

KAYNAK : Yenişafak