Ali Bayramoğlu: Cemaat mafyatik bir örgütlenme
Gazeteci Ali Bayramoğlu Türkiye'de son dönemde yaşanan hadiselerle ilgili önemli açıklamalarda bulundu.
ABONE OL17 Aralık'ta yolsuzluk diye başlayan ama Hükümete yönelik siyasi bir operasyon olduğu kısa zamanda anlaşılan; devlet içindeki bir yapılanmanın kamu hiyerarşisini bozacak türde uygulamalara giriştiği çeşitli olaylarla açığa çıkan mevcut durumu nasıl tarif etmek lazım? Bu durumun uzak-yakın sebepleri neler? Devlet krizine dönen bu sıkıntılı halden Türkiye hangi önlemleri alarak çıkabilir? Yaşanan kriz, demokratikleşme ve kurumsallaşma için bir imkana dönüşebilir mi? Cemaat Türkiye devletine, hükümetine karşı bu kamikaze hareketine neden girişti? Cemaatin yabancı istihbarat örgütleriyle nasıl bir ilgisi olabilir? Star gazetesinden Fadime Özkan, siyaset bilimci, gazeteci Ali Bayramoğlu ile konuştu.
İşte o röportaj:
17 Aralık'tan bu yana iki ay geçti, seçimlere 40 günden az zaman kaldı. Bunu vurgulamamın nedeni 17 Aralık'ta başlayan sürecin zaman ayarlı olması idi. Sizce şu an durum ne?
Birden fazla sorunun olduğu çok kaotik bir durumdayız.Bunlardan bir tanesi Cemaat meselesi diye tabir edilen 17 Aralık baskınıyla başlayan, yargının belli bir siyasi amaç için kullanılmasıyla ortaya çıkan ve buna karşı Hükümetin aldığı tedbirlerle yürüyen bir süreç. Fakat bunun yanında başka tartışmalar da var. Türkiye'nin siyasi kutuplaşması sadece cemaat ve hükümet üstünden yürümüyor. AK Parti karşıtlığı ve AK Parti'ye yakın duruş sergileyenlerden oluşan bir kutuplaşmada var. Burada hükümete özellikle Başbakan'a yönelik bir otoriterleşme, iktidarın şahsileştirilmesi tartışması ve eleştirisi var. Bu da başka bir hat oluşturuyor. Bunlar iç içe giriyorlar, çıkıyorlar. Cemaatin saldırılarına karşı hükümetin attığı her adım aynı zamanda o otoriterleşme bağlamında özellikle Batı algısı olarak karşımıza bu çerçevede çıkıyor. Bu şekilde baktığımızda iki katmanlı bir krizle karşı karşıyayız.
ENTEGRE OLAMAMIŞ BİR TOPLUMUZ
Biz sizinle hep darbe girişimleri-kriz dönemleri gibi kritik zamanlarda röportajlar yaptık...
...Sen bana hep öyle zamanlarda geliyorsun.
Kamu yararı gözetiyor ve çıkış yoluna yöntemine ilişkin öngörülerinizi etraflıca alma ihtiyacı duyduğum için yapıyorum bunu. Bu defa yaşadığımız kriz yeni bir kriz lakin bahsettiğiniz bu cepheleşme ilk kez olmuyor. Aralarında bir bağ var mı? Bu cepheleşme neden oluyor?
Bunun uzak sebepleri var, yakın sebepleri var. Uzak sebeplerin başında hala bir yaşam biçimi ve kültür dokusu kavgası bulunuyor. Entegre olmamış toplum olmanın yol açtığı bir sorun, birbirinden farklı toplulukların aralarındaki alan kavgası, değer ve simge kavgası var. Ya da Kürt meselesi gibi kimlik kavgası var. Bu, İslami kesimde de böyle, AK Parti'ye yönelik reaksiyonlarda da böyle. Farklı siyasi kültürel kimliklerin nasıl bir arada yaşayacaklarının yöntemini arama sürecini hala yaşıyor Türkiye. Bu zaman zaman yumuşuyor, kimlikler arasında ortak noktalar artıyor, zaman zaman da güvensizlik halinde alevlenmeye yol açıyor.
YAŞADIĞIMIZ CEPHELEŞMENİN UZAK SEBEPLERİ
Bu tamamen toplumsal alanda yaşanan bir durum mu, siyasi partilerle ilgisi var mı?
Siyasi uygulamalarla ilgisi var. Çok laikçi veya karşıtı bir uygulama ya da söylemle besleniyor. Mesela içki yasasında alevlendi en son. Arap Baharı'ndan sonra kenara bırakılmış olan kimlik kavgasının üzerinden geri dönmesi, Gezi'de başörtüsü hadisesinde yaşanan simge itişmesi siyasi iktidarların bu ortamın oluşmasında payı olduğunu gösteriyor. Ama, ana sorun entegrasyon arayan toplum sorunu.
Gezi'ye kadar bu konuda bir mesafe alındığını düşünüyorduk halbuki?
Çünkü sosyolojik öykü son on yılda karşımıza çok güçlü biçimde çıkmıştı. Şimdi bu işin tamamen halledilemediğini şu veya bu şekilde görüyoruz. Simgeler ve oradan doğan kimlik güvensizlikleri, ortak değer alanının hala tam şekillenmiş olmaması yaşadığımız cepheleşmenin uzak, derin sebepleri.
TÜRKİYE'DEKİ SİYASET TARZI ATAERKİL
Yakın sebepleri neler?
Türkiye'deki siyaset tarzıyla ilgili bir sorun çıkıyor karşımıza. Ataerkil bir siyaset tarzımız var. Çoğulcu olmayan, daha çok çoğunlukçu bir tarz bu. Bu çoğunlukçuluk ya devletin tahakkümüyle enjekte ediliyor -ki böyle yapıldı uzun yıllar- ya da siyasetin tahakkümüyle. Siyasetin sosyal alana, kültürel alana, özerk diğer alanlara nefes alma imkânı vermemesiyle karşımıza çıkıyor. Çoğulcu bir varoluşu beceremiyoruz. Yakın sebebin de bu olduğunu düşünüyorum. Sıkıntı önemli ölçüde hem siyasi iktidarın ataerkil uygulamalarından hem de siyasi iktidara verilen reaksiyonlardaki ataerkillikten ve militanlıktan kaynaklanıyor. Bugünkü ortam böyle bir şey.
SON ON YILDA TOPLUM DİRİLDİ
Bugün yeni bir durum içindeyiz aslında. Askeri-bürokratik vesayetin tasfiye edildiği, zihniyetin geriletildiği bir dönemde karşımıza bir neo-vesayetçi yapı çıktı. Uzak yakın sebeplerle bu durum nerede, nasıl örtüştü ya da kesti birbirini?
Bugünden geriye dönsek ve son 10 yıla baksak. Ben karşımıza birden fazla öykü çıktığını düşünüyorum. Biri sosyolojik öykü. Bu çok değerli. Nedir diye baktığımızda, farklı değer sistemlerinin birbiriyle alışverişini görüyoruz. 28 Şubat'tan sonra sivil değerlerin daha ön plana çıkmaya, özgürlük fikrinin ve alanının genişlemeye başladığı bir yol özledik. Türkiye'de İslami kesim daha fazla evrensel değerlerle temas ederken laik kesim de demokratikleşme eğiliminin içine girdi. Hakikaten 2002'den 2010 referandumuna kadar geçen sekiz yıllık süreç bir anlamda toplumun dirilmesiydi. Şimdi pek çok analiz buna küçümseyerek bakıyor ve ben bunu üzüntüyle karşılıyorum. Çünkü en değerli şey budur. Türk modeli dediğimiz neyse ana husus budur.
SADAKAT YERİNE LİYAKAT
İkinci öykü nedir?
Siyasetin öyküsü... İki yüzü var bunun sanki. Birinci yüz dar bir siyasi alanın asker karşısında genişlemesiydi. İkinci yüz, siyasi tarz itibariyle baktığımızda çoğulcu olmayan, aşırı merkezci, siyasi karar süreçlerinde merkezi olduğu oranda şahsileşen, her şeyi kendisine bağlayan, dolayısıyla liyakat değil sadakat fikrini esas alan, özü cemaatçi olan bir siyaset anlayışı. Bir toplumsal düzene daha cemaatçi bir anlayışı enjekte etmek bu. Bugün bir kriz yaşıyorsak biraz da bu nedenle yaşıyoruz. Üçüncü öykü devlet alanına ilişkin. Devlet alanına baktığımız zaman gördüğümüz şu: Eski rejim ve eski aktörleri bu değişim sürecinde siyasi alandan atıldılar, bunun sağlayan, bunun için ittifak yapan yeni aktörler arasında yeni rejimin kurulma aşamasında büyük bir sorun çıktı.
Bu neyin göstergesi?
Hala kurumsallaşmanın yeteri kadar derin olmadığını gösteren son derece yeni bir sorun bu. Dolayısıyla merceğimizi bugünün Türkiye'sine yönelttiğimiz zaman sadece 17 Aralık'a bakmak yanlış olur. 17 Aralık'ı hiç görmeden, bakın Türkiye otoriterleşiyor, demek de bir kadar yanlış olur. Veya bunları hiç görmeden sırf toplumsal öyküye fokuslanmak da eksik olur. Bunların hepsini beraber yaşıyoruz. 17 Aralık meselesi açıkçası bir değişim ve dönüşüm döneminde taşıyıcı aktörlerin uzlaşamamasının krizidir. Bu kriz bir devlet krizine, bir yargı krizine, bir kurumsallaşma krizine döndü. Bir dönüşüm döneminin sonunda yaşanan bu krizin son derece büyük bir sorun olduğunu da görmek lazım.
İKİ OTORİTERLEŞME VE MEŞRU SEÇİM
Bu krizi aşabilmek -en azından bugünden yarına aşabilmek için, sonuçları itibariyle daha büyük sorunlara yol açabilecek bazı durumlar için palyatif de olsa yürütme organı bazı tedbirler aldı. Bunlar tartışılıyor. Siz de bunu hukukun sınırlarını zorlamak vurgusuyla yorumluyorsunuz. Sorum şu: Başka türlü yapmak mümkün müydü?
Bu soruyu kendimize sorunca tıkanıyoruz. Bu çok önemli. Sistemin üzerinde iki yönlü bir otoriterleşme baskısı var. Demokrasinin kurallarına uygun olmayan, yasalara ve anayasaya değil başka bir merkeze biat etmiş olan bir yargıç ve savcı grubunun siyasi eylemi var. Bu, kendi başına bir otoriterleşme baskısıdır. Bunun önünü almak için bu kez onların olduğu alana müdahale ediyorsunuz. Yani yargıya... Buyurun size ikinci otoriterleşme baskısı. Bizler yorumcular olarak, ya da vatandaşlar olarak, kırk katır mı kırk satır mı, 'hangi otoriterleşme doğrudur'u tartışıyoruz. Kötü bir noktadayız, bir kere bunu tespit edelim. Ama şunu da söylemek gerekir: Burada yaşadığımız sadece bir hakimiyet çatışması değil. Meşru yapıyla gayri meşru bir yapı arasındaki bir çatışma. Meşru olmayanı üstü örtülü, kendini tanımlamayan, başkasının yetkilerini gasp eden olarak tanımlarsam burada tabidir ki meşru olanını destekliyorum.
BAŞKA BİR YOL MÜMKÜN MÜYDÜ?
Ölçü bu. Peki çıkış noktası da buradan mı?
Ölçü bu, tabi diğer boyutu unutmadan. Üç önemli yasa var şimdi gündemde. Biri HSYK yasası. hükümet, üzerine gelen bu yapının dayatmasını ortadan kaldırmak için doğrudan doğruya yargıç ve savcıların alanına müdahale etmeye çalışıyor. İkincisi internet yasasıyla yine istihbarat polis cemaat ilişkilerinin çalışma biçimini bir miktar denetim altına almaya çalışıyor. Diğeri de MİT yasası. Maşallah o da ikinci bir MGK gibi. Şimdi bunlara baktığımız zaman gördüğümüz şu: idare, toplum ve yargı üzerinde güçleniyor. Buradan çıkmak için böyle bir çözüme gidilebilir mi? Gidilir. Cemaati temizlersiniz ama başınıza yepyeni bir demokratikleşme sorunu çıkartmış olursunuz. Bin adamı alacaksın sonra yerine senin adamların gelecek. Sonra başkası gelecek Aleviler gelecek bu böyle gidecek ama böyle şey olmaz. Bu krizin bu döngüyü kırması gerektiğinin farkına varmak gerekir.
Şimdi başka türlü bir şey yapılması mümkün müydü soruna tekrar dönecek olursak. Şunun altını özellikle çizmek isterim: Bu tür önlemler kaçınılmaz görünebilir. Fakat bu tür önlemler aynı zamanda anti demokratiktir. Anti demokratik bir duruma yönelik tedbir alırken, siyasi mutabakat aramadan siyasi anti demokratik araçları da kullanarak tedbir almak zor ve tehlikelidir. Burada yapacağınız ilk iş; o krizin ne olduğunu topluma anlatmaktır. Türkiye toplumu bu krizin bir cemaat-iktidar kavgası ya da cemaatin salvosu olduğunu biliyor mu? Bir miktarı biliyor. Bir kısmı bilmiyor. Bir kısmı buna önem veriyor, bir kısmı vermiyor. Bütün bu tedbirlerin aslında iktidar tarafından yolsuzlukları örtmek için üretilen, abartılan bir çerçeve olduğunu düşünüyor.
DEVLET KRİZİNİ AŞMAK İÇİN
Peki "Bu yolla Cemaati temizlersiniz ama başınıza yepyeni bir demokratikleşme sorunu çıkartmış olursunuz" dediğiniz sorun, demokratikleşme tecrübesi aslında hayli ilerlemiş bir ülke olarak Türkiye'nin aşamayacağı bir sorun mudur, o aşamada?
Temel yöntem, siyasi bir uzlaşmayla bu büyük devlet krizinin üstüne gidip orayı yeniden yapılandırmak olmalıdır. Yani siyasi yarışı bir kenara bırakmak ve bu durumdan duyulan korkuyu ya da bu durumdan elde edilecek çıkar fikrini bir kenara bırakmak ve bu kriz karşısında -en azından siyasi partiler açısından ortak davranmak.
Bu ideal olan, kulağa da hoş geliyor ama siyasi tarihimizde hiç oldu mu ki bu?
Bu olmadı ama ben hala bunu zorlama imkânları bulunduğunu düşünüyorum. Bakıyorum, olabiliyor da. İnternet yasasıyla ilgili oldu. Ulaştırma bakanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanıyla ilişkiler üzerindendiğer partilerle görüştü ve bu sayede bir ortak noktaya varılabildi. Bu tür yöntemler uygulanabilir. Bunu Cumhurbaşkanı da uygulayabilir, bunu Başbakan da dilini biraz değiştirerek farklı araçlarla da uygulayabilir. Bunun olmasını sadece gönül ister deyip geçmemek lazım. Bu hala olabilir ve olmalı.
İNTERNET YASASI MUTABAKAT İMKÂNI
Peki şu, çok temel bir şey değil mi: Şimdi gündeme gelen bu üç yasa da aslında ne rutin siyasi gündemde, ne de Hükümetin Meclis'in çalışma programında olan yasalar değildi, en azından bu içerikle. 17 Aralık'la birlikte açığa çıkan zorlayıcı bir realite üzerinden bir mecburiyet ve aciliyet hali belirdi. Dolayısıyla bunlar bu duruma özel yasalar. Ama bu yasalar üzerinde ortaklaşabilmek için önce yaşanan şeyin ne olduğu konusunda partiler arasında bir ittifak gerekir. Ama Hükümet bunun tüm siyasi alana ve devlete tasallut eden bir hayalet yapı sorunu olarak görürken muhalefet bu yüzü hiç görmüyor, nasıl olacak?
Mesele de bu zaten. Mesele bu ortaklaşma nasıl sağlanacak. Muhalefet uzlaşmaya hiç yanaşmıyor diye bakarsak bir yere varamayız. Doğrudur, Türkiye'de muhalefet genel olarak krizlerden nemalanır. Cumhuriyet Halk Partisi genel olarak bunu yapar. Ama bakın internet yasasıyla ilgili somut bir örnek yaşadık. Temas yönteminin işe yaradığını, mutabakat sağlanma imkânı doğduğunu bize gösterdi.
MESELEYİ ÇOK İYİ ANLATMAK LAZIM
Az önce toplumun bir kesimi yaşanan krizin ne krizi olduğunu, boyutlarını, sonuçlarını yeterince bilmiyor ya da umursamıyor dediniz. Ne kadardır sizce o kesim?
Yüzde elli! O yüzden yapılacak ilk işin şu olması gerekir: Krizin ne olduğunu topluma anlatmak. Mücadeleyi toplumun bir kesimini karşınıza almadan da verebilirsiniz. Krizin çok ciddi olduğunu, bunun bir ulusal mesele, büyük bir demokratik mesele olduğunu, kimi kayıpları da göze alarak bir siyasetçi anlatabilir.
Başbakan meseleyi tanımlarken bunu "istiklalimize, istikbalimize, istikrarımıza yönelik bir saldırı" olarak bu kavramlarla anlattı, bu milli bir meseledir dedi. Dediğiniz bu mu?
Tabi kullanıyor Başbakan bunu. Başbakan dese ki,"ben bunu zaten anlatıyorum", evet anlatıyor ama mesele sadece içerik meselesi değil. Daha çok dil üslup ve tutum meselesi. Şimdi mesela Gezi olayı o kadar büyük bir kutuplaşmaya yol açtı ki Türkiye'de. Ben siyasilerin bunun öneminin ve ciddiyetinin farkında olduklarını sanmıyorum. Gezi'yi Başbakan bir düşman nokta, bundan önceki komplo girişimi olarak tanımladığı oranda biraz önce söylediğimiz o ulusal sorun tanımının dışına çıkıyor. Yani cemaat saldırısı ile Gezi komplosu bağı kurduğunuz zaman, Gezicileri, taleplerini, varlıklarını tekrar dışlamış, karşınıza almış, cemaatin yanına itmiş oluyorsunuz. Gezi'nin sosyolojik psikolojik boyutlarını yeni Türkiye'nin yenisi boyutlarını dikkate almıyorsunuz. O oranda da polis şiddetinin Gezi'de simgeleşmesini, siyasi iktidarın bundaki payına işaret ediyor ve bir başka kesimin siyasallaşmasını besliyorsunuz ve derdinizi oraya anlatamıyorsunuz.
İLK ADIMI HÜKÜMETTEN BEKLEMEK HAKKIMIZ
Sorumluluk önce iktidarın mı yani?
İktidardan bekliyoruz çünkü en güçlü o. En çok şeyi yapabilecek olan o. Açıkçası ben tersten de bakabilirim. Diyebilirim ki 'bakın Başbakanın durumuna, 7 Şubat 2012'de bir darbe, Gezi'de kendisi açısından yaşadığı bir hadise, şimdi de bu hadiseyi yaşadı. 17 Aralık açısından bakın, devletin içinde hiçbir alarm sistemi çalışmıyor, partinin içinde hiçbir alarm sistemi çalışmıyor. Kendisi ve ailesi hedef olan bir siyasetçi, kendisi ve ailesiyle siyaseti özdeş kılmaya başlar, bu kötü bir şeydir. Psikolojik olarak böyle algılamaya ve şahsi reaksiyonlar vermeye başlar. Biraz bu şekilde bakarsak durumu anlarız, doğrularız, geçiştiririz ama biraz dışarıdan baktığımız zaman, Başbakan'ın yaşamış sıkıntılara rağmen yine de sorumluluğu ona doğru itip, onun biraz daha alan genişletmesini beklemek hakkımız.
Bu etkilenme hep böyle mi işliyor?
Küçük bir açıklama bile mesela tersten etkiliyor. Örneğin Kabataş'ta yaşanan olay. Ne dedi Başbakan, 'o kızın başına bunlar başörtülü olduğu için geldi.' Elbette öyle. Ama başörtüsüz kadınlar da tekmelerle çocuk düşürdü. 6 kişi öldü. Şimdi bunu başörtüsüyle kısıtladığınız zaman anlatma imkânlarınızın sınırlı olduğunu düşünüyorum. Belki Hükümet bu yolu tercih ediyor. Ama tekrar etmek istiyorum, hükümet için iki büyük "görev" var. Bir: Şu anda yaşanmakta olan Cemaat merkezli çatışmanın çapının ve boyutlarının ne olduğunu, sonuçlarının ne olabileceğinin bütün Türkiye'ye çok iyi anlatması gerekiyor. Bu sorumluluk önce siyasi iktidarındır. Çünkü hedef o. Tedbirleri o alıyor. İkincisi: Siyasi alanı harekete geçirmesi lazım. Bunu yaparken siyasi partileri zorlayabileceğini düşünüyorum. Bunu ille de Başbakan'ın yapması gerekmez. Görev tanımını öyle yaparsınız ki aldığınız önlemleri topluma daha fazla mal edebilirsiniz. Cumhurbaşkanı daha çok oyuna sokulabilir. En son Budapeşte'ye gittim onunla, görüyorum sıkıntılı. Bunun çeşitli sebepleri var. Çünkü o AK Partili. Sadece bağımsız bir cumhurbaşkanı değil. Bu partinin kurucularından, eski başbakanı, eski dış işleri bakanı. Biraz farklı bakıyor bazı meselelere, üslup meselesine, Gezi'ye... Cumhurbaşkanının oyuna siyaseten daha çok girmesi lazım. Ve bu durum sorunu çözmemizi biraz daha kolaylaştırır. Kurumlar arası yaşanan krizleri aşmak için de gerekli bu. MİT ile jandarma, emniyet ile MİT, yargı ile yürütme arasında büyük sorunlar yaşanan şu ortamda krizlerin aşılmasında bize yardımcı olabilir.
EĞER SİLAH DOĞRULTULMUŞSA...
Cumhurbaşkanına çağrı yapanların hepsinin beklentisi bununla sınırlı gibi görünmüyor?
Tabi bazıları istiyor ki Başbakanı zorlasın. Bu değil olması gereken, siyasi iktidarla konuşmak anlamında oyuna girmesi gerektiğini düşünüyorum. Bunlar muhtemelen seçimlerden sonra olabilecek şeyler. Olması da gerekiyor. Bu şekilde, bu dille bu krizle Türkiye'yi yönetirsiniz ama kimse mutlu olmaz. Siz de mutlu olmazsınız. Bu haliyle sürdürülebilir bir durum değil. Bin savcının yargıcın yerini değiştirirsiniz, muhtemelen haksız yerinden etmeler olur, kurunun yanında yaş da yanar, bu size bir anlamda orayı temizleme imkanı verir ama unutmayın ki siz orada yeni bir sadakat sistemi kurmak zorunda kalırsınız. Yani size bağlı bir yargıçlar savcılar düzeni oluşur. Bedeli bu olmasın. Soruyorsun, başka bir çıkış yolu var mıydı, var mı diye? Evet, karşındaki adam silahı doğrultmuşsa kafasına bir şeyle vurup silahı indirmek zorundasın. Bu kaçınılmaz. Bunu anlatman lazım ama, bunu daha iyi anlatman lazım. Yoksa bu istikamette yol alınamaz. Ölümü engeller ama vücuttaki hastalığı gidermez. Liyakat sistemini aramak lazım.
Seçim öncesine, şimdiye dönmek isterim. Bir 2013'te yaşadıklarımıza ve bugün yaşamakta olduklarımıza, bir de seçim sonuçlarını anlamak için yapılan kamuoyu araştırma sonuçlarına bakınca AK Parti'ye yüzde 43'ten başlayarak yüzde 50'ye doğru bir destek olduğu görülüyor. Sorum şu: Geçen yıl Türkiye tarihinin bunca yaygın ve ateşli ilk toplumsal tepkisine yani Gezi'ye ve bugün de toplumun başka bir kesimine yönelik sıkıntılı duruma rağmen neden muhalefet partilerinin oy oranlarında herhangi bir artış görülmüyor?
Seçimlerden sonra bunu daha kolay konuşuruz ama yüzde AK Parti 47-48 oy alırsa bu AK Parti'yi anlayan seçmen oranının yolsuzluk kaygısı yaşasa da hatırı sayılır bir miktarda olduğu ortaya çıkar. Yalnız şunu söyleyeyim: AK Parti yüzde 47 oyu 2011 seçimlerinde kime karşı aldı? Askere, vesayetçilere karşı. Şimdi kime karşı alacak? Açıkçası bu sorunun cevabı pek yok. Cemaate karşı mı? Hayır. Neye karşı alacağını pek bilmiyoruz.
SANDIK SONUCU SORUNLARI ÇÖZER Mİ?
Eski müttefikinin de bu kez aralarına karıştığı yeni bir "karşı ittifaka" karşı olabilir mi?
Sanmıyorum. AK Parti'ye farklı nedenlere muhalefet edenleri bir çuvala sokmak, bunları birbirine benzetmek doğru olmaz. 2007'deki yüzde 47 Temmuz oyu nitelikli bir oy oranıdır. AK Parti'nin kendi doğal sınırlarını ilk defa geçmesini sağlayan, onun etrafında askere dur diyen bir ittifakın ifadesidir. Bu defa AK Parti yüzde 48 oy alsa da buradan böyle bir sonucu çıkarabileceğimizi sanmıyorum. Yüksek oy almak krizi çözmez. Bunun getireceği meşruiyet AK Parti'nin önündeki bütün engelleri kaldırmayacağı gibi AK Parti'ye yönelik hissi muhalefeti de ortadan kaldırmaz. Örneğin yüzde 68 oy alsanız da basın özgürlüğü tartışması ortadan kalkmaz. RTÜK gibi, DDK gibi TİB gibi bağımsız özerk yapıların özerk olmadığı iddiaları ortadan kalkmaz.
AK PARTİ HİSSİ MUHALEFETİ DE YÖNETMELİ
Kamuoyu araştırmalarında görülen sonuçlar eğer sandıktan çıkarsa bu durum bize şunu da göstermeyecek mi: Muhalefet Türkiye'de bunca toplumsal tepkiye rağmen bir müddet daha siyasi bir umut haline gelemeyecek ve AK Parti aldığı yüksek oy oranının verdiği meşruiyet ve yetkiyle Türkiye'yi yönetmeye devam edecek. Lakin yönetmesi gereken kritik noktalardan biri de bu umutsuz muhalif kesimlerin, hala dipten yürüdüğünü gözlemlediğim Gezi kitlesinin ve bir bütün olarak
Türkiye toplumunun psikolojisi olmayacak mı?
Türkiye'nin yol alma öyküsü farklı olmuştur. Örneğin siyasi hayat hiçbir zaman büyük siyasi rekabetlerle ilerlemedi. Hep büyük tek partilerle geldi. Demokrat Parti büyüktü ve tek partiydi. Adalet Partisi büyük ve tekti. Kısa bir Ecevit dönemi istisnasını atlıyorum. ANAP arkasından AK Parti. Diğer üç partinin örselenme sürecine bakın. Bir tanesi darbe yedi, bir tanesi muhtıra yedi. Bu partiler zaman içinde ufalmış, örselenmiş ve yerlerini bir başkasına terk etmişlerdir. Hiçbir zaman onların yerini CHP almamıştır. ANAP çok küçüldü de yerine büyük bir CHP dalgası mı geldi? Ya da Menderes'ten sonra büyük bir CHP dalgası mı geldi? Gelmez. AK Parti iniş halindeyken ülke hâkim tek parti döneminin krizini yaşar. Bu inişte parti örselenir küçülür parçalanır. Ve biz yeniden istikrarsızlık dönemine girebiliriz. Umutsuzluk hepimizi kaplar. Toplumsal tepki umut yaratmak için tek başına yeterli değildir.
30 MART VE SİYASİ OLASILIKLAR
Peki, 30 Mart'ta alınacak oy oranının 17 Aralık süreciyle ilgili anlamı karşılığı ne olacak?
AK Parti yüksek bir oy alırsa bu, cemaate karşı verdiği kavgada ona büyük bir güç sağlar. Ve cumhurbaşkanı seçimlerine güçlü girer. Tersi olursa daha kaotik bir durumla karşı karşıyayız demektir. Ama şunu altını özellikle çizmek lazım. İktidar cemaat konusunda yüzde yüz haklı ama başka konularda kendisini gözden geçirmek durumunda. Cemaat konusunda yüzde yüz haklı olması bütün eleştirilere kapıyı kapatmak ya da bütün diğer soruları çöpe atmak anlamına gelmiyor. Bugün AK Parti'ye muhalefet eden pek çok kalem Cemaatin yedeği gibi duruyor olabilir. CHP, MHP cemaati okşar halde acaba oradan oy alabilir miyiz diye bakıyorlar olabilir. Ama bunlar çok yanıltıcı şeyler. Tek eksenli bir siyasi hatta değiliz.
Peki, bu yaşadıklarımız 30 Mart sonrası birazcık olsa sakinleşecek mi yoksa asıl kavga Ağustos'a giderken mi yaşacak?
Asıl kavga Ağustos için ama ondan önce dikkat edilmesi gereken şey AK Parti içindeki elit değişimidir. Yani Çankaya ne olacak? O oranı yüzde 50 ise Başbakan Çankaya'ya gidecek. Değilse yüzde 30-33 ise Başbakan ne yapacak? Bu sorular ortaya çıkacak. Eğer Gül ve Erdoğan arasında bir yer değişimi olacaksa şimdiden görebildiğimiz bir tek unsur var. O da cumhurbaşkanın ilk defa halk tarafından seçilecek olması ve bunun ona sağlayacağı toplumsal kuvvet. Ayrıca Erdoğan'ın Çankaya'ya çıkması herhangi bir kişinin cumhurbaşkanı olması demek değil. Son derece kuvvetli bir figürü 12 yıl sonra Çankaya'ya gönderip onun yerine başka bir figürü getireceksin. Hangi görev paylaşımıyla bunu yapabilecekler? Bütün bunlar son derece önemli. Göreceğiz. 30 Mart'ta çıkacak oy Ağustos'ta ne olacağını belirleyecek, AK Partinin dilini duruşunu belirleyecek. Başbakan'ın da düşüneceği şeyler olacaktır.
Nedir onlar?
Başbakan'ın da bu şekilde devam etmenin çok zor olduğunu, mutlaka kurumsallaşmak gerektiğini görmesi lazım. Mesela basın özgürlüğü meselesi böyle gitmez. Cemaat krizinin demokrasi maliyeti ne olacak? Sürekli bir olağanüstü hal ve gerekli tedbirleri almak halinde gitmez demokrasi.
CEMAATİN YAPTIĞI KAMİKAZE HAREKETİ
Bütün bunlar bu ülkenin uzak-yakın iç işleyiş sorunları ve içinden çıkılması icap eden krizleri. Peki böyle bir fotoğrafta şu sorunun bir değeri var mı: Cemaat, bu kadar güçlü bir iktidara karşı bu kadar açıktan bir cephe savaşını açma gereğini neden duydu?
Herkes gibi ben de bu sorunun cevabını arıyorum ve ben de bunun nedeninin iç ayaklı değil dış ayaklı olduğunu düşünüyorum.
Yaygın kanı Neocon ve İsrail bağlantısı?
Bunu somut tanımlamak için enformasyon lazım. Bende öyle bir bilgi yok, tahminen herkes orayı gösteriyor. Ama şu bana çok makul geliyor: Cemaat dünyanın 164 ülkesinde örgütlü. Nasıl örgütlü? Okulları var. İş adamları var. Elit sirkülâsyonları içine giriyorlar. Hakikaten bunlar istihbarat örgütleri için inanılmaz yataklar. Türkiye'de devlet içine baktığında da görüyorsun, çok örgütlüler. Bütün bunlar, onları kullanmak isteyenler için inanılmaz güzel malzeme. Kim kullanır ne için kullanır, nerede kullanıyor bilmiyorum. Ama şunu söyleyebilirim: Bu bir kamikaze hareketi.
MAFYATİK BİR ÖRGÜTLENME
Yazıldı soruldu söylendi ama bunca siyasileşmeden sonra partileşme ihtimali bulur musunuz?
Keşke yapsalar. Devlet kurumlarında ve devletin hakem kurumlarında böyle örtülü örgütlenme mafyatik bir örgütlenmedir. Siyaset yapmak istiyorlarsa partileşsinler. O zaman yargıcın mensubiyeti en azından oy veren adam mensubiyetine döner. Ama sanmıyorum parti kuracaklarını. şu an tek hedefleri AK Parti'nin yüzde 32'leri 33'leri görmesi Bütün çaba bunun için.