Yüzde 50 AK Parti için ciddi imtihan
Sandık yeni anayasayı işaret etti ve şimdi ne olacağı konuşuluyor. Siyaset Bilimci Tekin'e göre yüzde 50 AK Parti için büyük sınav ve AK Parti süreci sekteye uğratabilir...
ABONE OLNursel Tozkoparan'ın röportajı
13 Haziran itibariyle Türkiye’de yeni bir sosyal mukavele dönemine adım attık. Hani nasıl derler, çoğu gitti azı kaldı. Şu sekiz yıllık süreçte neler yaşanılmadı ki? Genelkurmay… Anayasa Mahkemesi… Yargıtay… Danıştay… HSYK… Muhtıracı Genelkurmay’dı, cuntacı subaylardı. Parti kapatma davaları… Darbe tehditleri. Ülke irtica tehdidindeydi… Yaşam tarzlarına müdahale vardı… Ak Partiye oy verenler varoş kesimlerdi, kıyı kesimleri Beyaz Türklerdi… Endişeli olanlar modernlerdi…
Ülke yapay gündemlerle meşgul edilirken bir taraftan da ülkenin artık kangren olmuş sorunları teker teker tozlu raflardan indirilmeye başlandı..
Bütün kötülüklerin anası elbette artık güdük hale gelmiş düzeltilecek bir tarafı kalmamış 1982 darbecileri tarafından hazırlanmış vesayetçi anayasaydı. Bir an önce kurtulmak gerekiyordu. Gerekiyordu da… Ama nasıl? Kim nasıl yapacaktı? Bu cesareti kim gösterebilecekti? Tepesinde demoklasin kılıcı gibi sallanan parti kapatma davaları dururken hangi sivil irade buna cesaret edebilirdi? Türkiye cumhuriyeti topraklarında yaşayan tüm vatandaşlarını birer “sorun” olarak görüyordu.
Kürt sorunu… Ermeni sorunu.. Alevi sorunu… Başörtüsü sorunu…
İlk kez 12 Haziran seçimlerine irtica-laiklik-din söylemi damgasını vurmadı. Parti liderleri projelerinden bahsettiler… Kimi aile sigortası dedi, kimisi özgürlükler, kimlik, ana dilde eğitim dedi…
Ancak seçimlere katılan bütün siyasi partilerin üzerinde hassasiyetle durduğu, ön plana çıkarttığı önemli husus ise Anayasa değişikliğiydi.
İktidar yorgunu denilen Ak Parti “ustalık” dönemimiz diyerek meydanlara indi ve üçüncü döneminde ülke genelinde her iki vatandaştan birisinin oyunu alarak seçimlere damgasını vurdu. Yeni CHP için beklentiler büyüktü ancak büyük bir hayal kırıklığı oldu. Kaset skandallarıyla başı dertten kurtulmayan MHP baraj altı kalacak denildi, ancak kaset mağduriyeti baraj aştırdı. yüzde 10 barajını aşamadığı için milletvekillerini bağımsız olarak aday gösteren BDP oylarında ciddi bir artış olmamasına rağmen milletvekili sayısını ciddi oranda artırdı.
Seçim sonrasında bütün bunları konuşmak ve Türkiye siyaseti nereye gidiyor sorusunu cevaplamak üzere Polis Akademisinde Güvenlik Bilimleri Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümünde öğretim üyesi olan Siyaset Bilimci Doç. Dr. Yusuf Tekin’le konuştuk… Doçent Tekin dün yeniden sahneye çıkan YSK’nın aldığı tartışmalı kararlarla ilgili olarak YSK’da acilen bir düzenlemeye girilmesi gerektiğini ve bu düzenlemenin nasıl olması gerektiğini anlattı.
SEÇİMDE ANAYASA YAPACAK MECLİS HAVASI VARDI
Türkiye’de birçok çevreler tarafından tarihinin en kritik seçimlerinden birisi olarak kabul edilen 12 Haziran 2011 seçimleri geçtiğimiz hafta yapıldı. Öncelikle seçim sürecini ve sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu seçimleri bu derece kritik kılan husus, Türk demokrasi tarihinde ilk defa seçilmiş bir parlamento tarafından anayasa yapım sürecinin söz konusunu olmasıdır. Bu nedenle seçimler adeta anayasa yapacak bir meclisin seçimi havasında gerçekleştirilmiştir. Altı çizilmesi gereken önemli bir konuda özellikle 1980 sonrası bütün seçimlerde yaşanan “irtica tehlikesi” ve “rejim tehdidi” gibi argümanların yaşanmadığı bir seçim olmasıdır. Bir diğer husus ise seçim sürecinde herkesi tedirginliğe iten kanlı şiddet olayları endişesini haklı çıkaracak hadiselerin yaşanmamasıdır.
Yeterince gerilimli bir süreçten geçmedik mi yani? Hakkari’de, Şırnak’ta, Kastamonu’da yaşananlar?
Bahsettiğiniz olaylar yaşandı evet. Ama çok daha rahatsız edici olaylar olabileceği endişesi vardı herkeste. Sizin saydığınız olaylar endişesini taşıdığımız nitelikte olmadı. Bu olaylar mesela seçim sonuçlarına gölge düşürmedi, katılımı azaltmadı.
HALK, OYUNUN HİÇE SAYILDIĞI SEÇİMLERE İLGİ GÖSTERMİYOR
Peki, seçimlere katılım oranını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Seçimlerle ilgili belki de en sağlıklı sonuçlardan birisi katılımın ve parlamentoda temsil düzeyinin oldukça yüksek olmasıdır. Gerçi Türkiye’de siyasal katılım genellikle yüksek olmuştur. Katılımın düşük olduğu seçimler ise darbe ya da muhtıralar sonrasında halkın serbest seçimle göreve getirdiği kişilere iktidar olma hakkının tanınmadığı seçimlerdir.
1965 ve 1969 seçimleri bu açıdan önemlidir. Aynı şekilde 28 Şubat sürecinin hemen sonrasında yapılan 1999 seçimleri ve 27 Nisan e-muhtırasını takip eden 2007 seçimlerini bu şekilde değerlendirebiliriz. Yani halk kendi oyunun hiçe sayıldığı seçimlere ilgi göstermiyor.
Yani 12 Haziran seçimlerine katılımın yüksek olması… Katılımın yüksek olması halk sorunların çözümü için siyaseti bir araç olarak gördüğünü gösterir. Kendi katkısının sistem tarafından önemsendiğinin farkına vardığını gösteriri ve kendisinin hiçe sayılmadığını kabul ettiğini gösterir.
TÜRKİYE’DE SİYASET TARZI DEĞİŞTİ
Peki, moda tabirle sorayım, seçmen siyasi partilere ne tür mesajlar verdi?
Bir kere seçmen aslında şunu demek istedi, vermek istediği mesaj şuydu tarzında yapılan açıklamaları yanlış buluyorum. Ancak, seçim sonuçlarının bir okuması yapılabilir belki. Benim kanımca Türkiye’de seçmen sanılanın aksine oldukça rasyonel tercihlerde bulunuyor. Hamasi söylemlerden hoşlanmıyor. Bu belki de Türkiye’de siyaset tarzının değiştiğini de gösteriyor. Mesela 1980 öncesi seçim afişlerine, söyleme bakıldığında iman, maneviyat, vatan, millet, bayrak, adalet gibi soyut kavramlar etrafında yürütülen bir kampanya süreci söz konusudur. Bugün bu türden bir kampanyanın hiçbir karşılığının olmadığı açıktır. Bunu yıllar önce bir seçim kampanyası kapsamında bir milletvekili adayı ile birlikte gittiğim köy kahvesinde bizzat gördüm. Köy kahvesinde hamasi nutuklar atan adaya, bir köylü “sen bize ekmekten, aştan, sudan, yoldan bahset” demişti.
Yani seçim sonuçlarından seçmenin hamasete ve edebiyata karnı tok, göbeğini kaşıyan adam akıllıca davranıyor mu demek istiyorsunuz?
Evet kastettiğim tam olarak bu. Halktan kopuk siyaset yapan siyasetçiler ve partiler ve liderleri hala bunun farkında değiller. Bakın CHP’deki temel değişimi de izah eden bir noktadır bu. CHP yıllarca laiklik ve Atatürkçülük gibi değerler üzerinden siyaset yaptı. Bütün kampanyasını rejim bekçiliği üzerine kurdu. 12 Haziran seçimlerinde yeni CHP dediğimiz kadro bunu yapmadı. Somut projeler üretti. Ancak tam da CHP de bunu fark etti derken, daha dün Kılıçdaroğlu’nun Ak Parti’ye oy verenlere yönelik Stockholm sendromu gafı geldi.
Sadece CHP değil diğer partiler de bunun bilincinde davrandılar diyebiliriz rahatlıkla. Bence bu siyasi partilerin değil seçmenin başarısı. Seçmen projelere göre oy vererek siyasi partileri yönlendirdi bir anlamda. Bakın 12 Haziran öncesi seçimlerin hiçbirinde siyasi partiler parti beyannamelerinde bu kadar yoğun bir biçimde yeni anayasa vurgusuna yer vermemişlerdi. İlk defa bu seçimlerde meclise giren/girmeyen neredeyse bütün siyasi partiler yeni anayasa ihtiyacına ve vaadine vurgu yaptı. Bunun tek bir sebebi var: 12 Eylül kısmi anayasa değişikliklerine ilişkin halkın açık desteği. Bu destek siyasi partileri şu anda anayasa değişikliğine zorlayacak güçte.
Peki, 12 Haziran seçimlerindeki propaganda süreci bu anlamda hamaset dolu ve niteliksiz bir süreç olarak değerlendirilebilir mi?
Ben öyle düşünmüyorum aslında. Kullanılan dile yönelik birçok eleştiriye rağmen 12 Haziran seçim kampanyaları oldukça başarılı idi. Benim izleyebildiğim en çok ayakları yere basan projenin yarıştığı bir seçimdi. Bütün siyasi partiler seçimlere ciddi bir hazırlık yapmışlar ve kendi siyasi pozisyonlarına göre projeler geliştirmişler, bu projeleri seçim sürecinde kamuoyu ile paylaştılar. Kuşkusuz hoşumuza gitmeyen propaganda ve argümanlara da müracaat edildi. Ancak genel itibariyle oldukça nitelikli bir süreç yaşandığını söyleyebiliriz. Bu da siyasi partilerin halkın rasyonelliğini gördükleri ve buna uygun bir dil kullandıkları sonucuna bizi ulaştırabilir.
("ERDOĞAN BİZ DE GENEL BAŞKAN OLSA..." Sayfa 2'de)
SEÇİMİN İKİ KAYBEDENİ; MERKEZ MEDYA VE YSK
Peki seçim sonuçlarını değerlendirdiğimizde gene klasik soru olacak ama, seçimin kazananı ve kaybedeni kim sizce?
Kimin kazandığı üzerine yorumlar fazlasıyla yapıldı yapılıyor. Asıl seçimin mağluplarını konuşmamız gerekiyor. Bu seçimin iki kaybedeni var. Birisi merkez medya, diğeri ise Yüksek Seçim Kurulu.
Biraz daha açar mısınız?
Merkez medya kaybetti. Çünkü CHP üzerinden inanılmaz bir propaganda süreci yürüttü. Adeta CHP’nin PR’cısı gibi çalıştılar. Anketler, CHP’nin değiştiğine ilişkin çarşaf çarşaf yazılar, Ergenekon başta olmak üzere aday listelerini şirin göstermeye yönelik girişimler vs. Hatta işi abartıp CHP liderinin çıktığı TV programlarında aldığı reytingler verilerek halkı yönlendirmeye çalıştılar. Bütün bunlarla beklentileri CHP’nin rüyasını bile göremediği kadar yükselttiler. Bu kadar medya desteğine rağmen CHP’nin aldığı oy oranı ortada. İkinci kaybeden ise Yüksek Seçim Kurulu oldu.
YSK bu seçimde ne kaybetti tam olarak anlayamadım?
Şöyle ki, bakın YSK adeta “Ak Parti’nin daha az oy alması için çalıştı” biçiminde yorumlanabilecek bir sürü tartışmalı kararın altına imza attı. Şöyle bir hatırlayalım. Geçen yıl referandum öncesi verdiği tartışmalı bir karar var. Referandum süresini düşüren düzenlemeyi seçim kanunu olarak kabul etti ve bir yıl içindeki seçimlerde uygulanamayacağına hükmetti. Ardından 2011 yılı başında yurt dışındaki seçmenlerin oyunu rahatça kullanmalarını tamamen uyduruk bir gerekçeyle engelledi. Şubat ayı sonunda illere göre milletvekili dağılımını yaparken yine tartışmalı bir sonuç ortaya çıkardı. YSK’nın bu kararındaki sıkıntılı dağılım bir yana bizzat kararın kendisi problemdir. Çünkü referandum ile ilgili kararı alarak seçim sonuçlarına doğrudan etki etmekten kaçındığını iddia eden YSK’nın; 2010 yılı Mart ayında yaptığı illere göre milletvekili dağılımı kararı varken seçimlere üç ay kala yeni bir dağılımdan kaçınması gerekirdi. Zira tam da referandumda kaçındığını iddia ettiği şeyi yapmış oldu. Karar bir şekilde hukuka uydurulsa dahi, YSK açısından itibar kaybına neden olmuştur.
YSK’nın kaybettiği iddiasını güçlendirecek bir başka karar bazı adayların vetosuna ilişkin kararıdır. Belki de Ergenekon zanlıları için inceleme yapma gereği dahi duymadan doğrudan BDP’nin desteklediği bağımsız adaylar için veto kararı verip adeta bir siyasal kaos ortamı yarattılar. Ardından bu kararlarını tashih ettiler. Başka örnekler de vermek mümkün.
Peki YSK’da oluşan bu güven kaybı telafi edilebilir mi?
Tabi ki edilebilir. Mesela yapısı ve kararlarının niteliği değiştirilebilir. Bir an önce yapılmalıdır diyeceğimiz düzenlemeler var. Bunlardan birincisi YSK’nın mutlaka daha katılımcı bir hale gelmesi gerek. Yıllarını bürokrasiye vermiş, Danıştay ve Yargıtay’ın dışına neredeyse hiç çıkmamış, siyasi partiler ve seçimlerle hiç ilgilenmemiş yargı bürokratlarından oluşan bir Kurul bu tür yanlış kararlar vermeye devam edecektir. Yapılması gereken şey yeni anayasa sürecinde YSK’nın yapısını da katılımcı bir biçimde değiştirmektir. Bunun için YSK yargı mensupları, akademisyenler ve siyasi parti temsilcilerinden oluşan bir yapıya kavuşturulmalıdır. İlçe seçim kurulları benzer bir yapıdadır.
"ERDOĞAN BİZ DE GENEL BAŞKAN OLSA..."
Seçim sonuçlarına siyasi partiler açısından bakarsak; sonuçlar AK Parti açısından nasıl değerlendirilmeli?
AK Parti Türkiye’de çok partili hayata geçiş sonrası kırılması gerçekten çok zor bir rekor başarı elde etti. Bunun kesinlikle altı çizilmeli.
Bu başarının sebebi ney sizce?
Bu başarının iki ana sebebi var. Bir tanesi iktidar partisi olarak 2002 seçimlerinde sonra ülkede ciddi bir değişim süreci başlatıldı ve başarılı icraatların altına imza atıldı. Ama ikinci ve asıl önemli etken Başbakan’ın kişiliği bence. Hem bir lider olarak oldukça başarılı. Hem de sahici bir insan gibi davranıyor, halk O’na baktığında karşısında bir insan görüyor, kendisini görüyor. Rol yapan bir model görmüyor. Bu sebeple “ananı da al git” gibi ifadeleri halk arasında rahatsızlık yaratmıyor. Küfretmiyor, ama normal bir insan gibi, içinden geldiği gibi konuşuyor. Seçmen Erdoğan’a baktığında kendisini görüyor.
Kılıçdaroğlu’nda ve Bahçeli’de halk böyle bir sıcaklık görmüyor. Parti ismi vermeyim, bir araştırma kapsamında kendisiyle görüştüğüm bir siyasi parti il başkanı aynen şu cümleyi kurmuştu: “Bu adam bizim genel başkanımız olacak, ortalığın tozunu attırırız.” Kastettiği şey tam benim anlatmaya çalıştığım şeydi işte. Bir anlamda lideri sayesinde rakipsiz bir seçime girdi ve kazandı.
AK PARTİ İMTİHAN VERECEK
Bu rakipsizlik Ak Parti için bir avantaj mı peki?
Hayır kesinlikle değil. Çünkü demokrasilerde muhalefet iktidarın yozlaşmasını engeller, daha yoğun çalışmasını sağlar. Siyasal aktörler için bu türden büyük başarılar yozlaştırıcı ve dışlayıcı bir etki yaratır. “İktidar yozlaştırır, mutlak iktidar yozlaştırır” sözü bu durumu tanımlar. 1954 seçimlerinde DP’nin aldığı yüzde 57’lik oy oranın sonrasında giriştiği tuhaf davranışlar da bu ifade ile açıklanır.
Şimdi Ak Parti de benzer bir sınavla karşı karşıya. Her an kimseye muhtaç olmadan her istediği düzenlemeyi yapabileceği düşüncesiyle hareket ederek, sadece kendi tabanınca kabul edilebilecek düzenleme ve icraatlar gerçekleştirip, meşruluk tartışmalarının başlamasına neden olabilir. Başbakanın Balkon konuşması belki bu açıdan kısmen rahatlatıcı oldu. Ancak gene de yüzde 50’lik oy oranı, Ak Parti için tevazu ve uzlaşma açısından oldukça ciddi bir imtihan alanı olarak duruyor. Seçim sonuçları dikkatli bir biçimde okunduğunda Ak Parti için önemli bir handikap da kamuoyunda demokratik açılım olarak bilinen sürecin sona erdirilmesi gündeme gelebilir.
Bunu hangi gerekçeyle söylüyorsunuz? Neden böyle bir endişeniz var?
Beni böyle düşünmeye iten şey Ak Parti’nin Türkiye genelinde oy oranı yükselirken Güneydoğu’da oransal olarak düşmesidir. Partilerin temel hedefi seçmenler tarafından tasvip edilmek ve seçmen sayısını artırmaktır. Ak Parti de kendisi açısından oldukça riskli sonuçlar doğurması muhtemel bu tür çalışmaları başlatırken kuşkusuz bunların seçmen nezdinde karşılık bulacağını hesap etmiştir. Ancak 12 Haziran seçimlerinde Ak Parti başka tür sebeplerle açıklanabilse bölgede Şanlıurfa, Muş, Adıyaman ve Siirt dışındaki illerde 2007 seçimlerine göre daha düşük oranda oy almıştır.
Bu nedenle buradaki temel endişem Ak Parti yönetiminin bu gerekçeyle açılım sürecinin seçmen nezdinde karşılık bulmadığını düşünüp süreç konusunda olumsuz bir tavır takınabileceği yönündedir. Ancak Başbakanın balkon konuşması bu endişeyi kısmen de olsa ortadan kaldırdı.
AK PARTİ YENİ ANAYASA SÜRECİNİ SEKTEYE UĞRATABİLİR
Peki seçim sonuçları yeni anayasa konusunda sizi umutlandırıyor mu?
Seçim sonuçlarını okurken Ak Parti açısından dikkat çekilmesi gereken üçüncü önemli husus da budur. Ak Parti 330 sandalye sayısına ulaşamadığı için ve diğer siyasi partilerin de uzlaşmaya yanaşmaması durumunda yeni anayasa sürecini sekteye uğratabilir. Bu ciddi ve önemli bir risktir. Bu nedenle seçim sonuçları anayasa değişikliği açısından en az Ak Parti kadar muhalefete de önemli bir sorumluluk yükledi.
Hazır konu açılmışken Türkiye’de gerçekten seçmen tarafından kabul edilen bir anayasa sorunu var mı? Yoksa bu sorun sadece aydınlar ve siyasetçiler tarafından mı abartılıyor?
Bence seçimin en açık mesajı tam da bu noktada. Hem referanduma yönelik büyük destek, hem de sonrasında siyasi partilerin anayasa konusunu gündemlerine almaları tam da bize bunu söylüyor. Artık Türkiye açısından yeni anayasanın acil bir ihtiyaç olduğu herkes tarafından kabul ediliyor. Bu sebeple olsa gerek siyasi partiler yeni anayasa konusunda seçmenlerine kendi taslaklarını sundu ve bu taslak karşılığında oy istedi.
SAHİLLERDE CHP’Lİ BELEDİYELER BAŞARISIZ
Sahillerdeki oy artışını nasıl değerlendiriyorsunuz? Şeriat korkusu, yaşam biçimine müdahale endişesi ve endişeli modernler gibi tartışmalar sona mı erdi?
Bir kere seçmen rasyonelleşmeye başladı. Artık afaki değerlendirmelere bakarak oy tercihinde bulunmuyor. Hizmet ve projelere bakarak değerlendirme yapıyor. Ak Parti bu bölgelerde yaptığı hizmetlerini ve bundan sonraki süreçte yapacaklarını seçim sürecinde oldukça başarılı bir biçimde anlattı. Daha doğrusu “yaptıklarımız yapacaklarımızın garantisidir” diyerek seçmenden ruhsat istedi. Halk da bu ruhsatı verdi. Sahillerdeki oy artışının en önemli açıklaması bence bu. Tabi bir de bölgedeki özellikle CHP’li yerel yönetimlerin başarısızlığının ciddi etkisi olduğuna inanıyorum.
Peki seçim sonuçları CHP açısından bize nasıl bir tablo sunuyor?
Ben CHP’nin bu seçimde kaybedenler safında gösterilmesine karşıyım. Burada açık bir yenilgi söz konusu değil. Ancak CHP için sorun şurada: Bir kere CHP için inanılmaz bir beklenti oluşturuldu. Sonuçlar CHP açısından, kendi dışında oluşturulan bu beklentiler doğrultusunda değerlendiriliyor. Bu beklentileri ortaya koyan kişilerin kaybettiği açık. Bir de CHP içinde Baykal ve ekibi gibi sonuçlar nasıl olursa olsun, kaybettik biçiminde yorumlamaya hazır bir hizip vardı. Bu hizip zaten hazır kıta bekliyordu. Yani sonuçlar nasıl olursa olsun, zaten benzer eleştiriler yapılacaktı. Bu nedenle ben CHP’nin bu kadro yapısı ve söylemiyle istiap haddi kadar oy aldığına inanıyorum.
CHP ANCAK BİR SOL PARTİ İLE YENİLENİR
Tam bu noktada seçim sürecinde sıklıkla kullanılan eski/yeni CHP ifadeleri ne anlama geliyor?
Aslında bu söyleme çok katıldığımı söyleyemem. Türk siyasal hayatını biraz dikkatle okuduğumuzda siyasi partilerin bu türden bir yenileşme süreci yaşadıklarına dair örnek bulmanın zor olduğunu görürüz. Bunun yerine eskiyen bir söylem kullanan siyasal partiler içinde kendilerini “yeni”, “yenilikçi” ya da “genç” olarak tanımlayan bir grubun ayrılarak; özü itibariyle menşelerine sadık kalmakla birlikte, “modern” bir dil ve söylem kullanarak yeni siyasi partiler kurduklarını görürüz. Örnekler DP içinden ayrılan Millet Partisi veya Hürriyet Partisi, Adalet Partisi içinden ayrılan Demokratik Parti, Refah Partisi’nden ayrılan Adalet ve Kalkınma Partisi gibi. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Bunun en önemli nedeni siyasi partilerin parti içi demokrasi kavramını içselleştirememiş olmalarıdır. Parti içindeki oligarşik yapıyla mücadele edemeyen ya da mücadele edip kaybeden “yeni”ler ayrılıp farklı bir siyasi parti ile yollarına devam etmişlerdir. Bu örneklere baktığımızda CHP’nin farklı bir dil kullanmak ya da kendini yenilemek konusunda oldukça kararsız olduğunu daha iyi anlarız. CHP içinde partiyi yenilemek isteyen, farklı bir dil kullanmak isteyen yeni bir grup olduğu kesin. Ancak parti içindeki oligarşik ve demokrasiden hazzetmeyen “hizip”lerin buna müsaade edeceğinden emin değilim. Gözüken o ki, CHP’nin “yeni”lenmesi ancak bünyesinden çıkaracağı gerçek bir sol parti ile mümkün.
Şunu mu söylemek istiyorsunuz: CHP içinde farklı partilerin kurulmasına varacak yeni bir kurultaylar süreci mi bizi bekliyor?
Evet tam olarak kastettiğim şey bu. CHP eğer kendini yenileyecekse bunu bu kadro ile başarmaları oldukça güç. Türk siyasal hayatı bize CHP içindeki bu “yeni” dil kullanan kadroların başarılı olmaları için farklı bir çatı kurmaları durumunda başarılı olmalarının daha muhtemel olduğunu gösteriyor. Bu beraberinde CHP’nin cumhuriyetin kurucu partisi olduğu fantezisinden vazgeçmeyi de getirecektir. Cumhuriyeti kuran CHP değildir. CHP tam tersine Türk halkının kurduğu cumhuriyeti gasp eden bir dil kullanmaktadır. Ki bu söylemde oldukça yanlıştır.
TÜRKİYE’DE İKTİDAR SORUNU YOK
Peki CHP içindeki bu iktidar kavgasında Mustafa Sarıgül benzeri yeni figürlerin şansını nasıl görüyorsunuz?
Olabilir demiyorum. Ama olmalı diyorum. Çünkü Türkiye’nin şu anda en ciddi sorunlarından birisi siyasal iktidarı denetleyebilecek, yönlendirebilecek sağlıklı bir “sol” muhalefet. Bu muhalefetin sol bir söyleme sahip olması da ayrıca önemli. Açıkçası şu anda Türkiye’de bir iktidar sorunu yok, ama kesinlikle bir muhalefet sorunu var.
CHP KOALİSYONLA YÖNETİLİYOR
Seçim sonuçlarına bakarak yeni dönemde CHP’nin anayasa ve Kürt sorunu konusunda nasıl bir yol izleyeceği ya da izlemesi gerektiğini düşünüyorsunuz?
2010 yılı Mayıs ayı içerisinde yaşananlar CHP’nin bir anlamda çizgisini değiştirdi. Aslında kamuoyundaki eski/yeni CHP tartışmaları bu açıdan enteresandır. CHP Baykal’ın görevden ayrılması sonrasında tam anlamıyla bir parti içi iktidar savaşı sürecine girdi. Bu iktidar savaşı hala devam ediyor. Genel başkanlığa getirilen Kılıçdaroğlu, parti içi güç odaklarını yönetmek konusunda oldukça düşük profilli ve başarısız bir portre çizdi. Şu anda CHP adeta bir koalisyonla yönetiliyor. Koalisyonun her bir kanadı genel başkanı kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeye çalışıyor. Kamouyonda Kılıçdaroğlu’na yönelik olarak “bir söylediği bir söylediğini tutmuyor” yönündeki eleştirinin kaynağı da tam olarak burası. Kılıçdaroğlu bir gün sabah Süheyl Batum’laşıyor, öğleden sonra Gürsel Tekin’leşiyor, ertesi gün Kürt sorunu konusunda özgürlükçü bir tavır sergiliyor, akşamüzeri parti içi koalisyonun ulusalcı kanadı ile karşılaşıyor ve bir anda ulusalcılaşıyor. Bu Kılıçdaroğlu’nun henüz parti içi dengeleri kontrol edemediğini gösteriyor. Aslında tam da bu nokta Kılıçdaroğlu’na inanılmaz bir tarihi fırsat sunuyor.
Nasıl bir fırsat bu?
Şöyle, tıpkı 12 Mart muhtırasına direnen genç siyasetçi Bülent Ecevit’in önüne çıkan fırsat benzeri bir şansı var Kılıçdaroğlu’nun… Hatırlayın, Bülent Ecevit 12 Mart muhtırasına ve muhtıra sonrasında kurulan Nihat Erim hükümetlerine karşı çıkarak demokrat bir tavır sergilemiş, CHP Genel Sekreterliğinden istifa ederek, yılların politikacısı İnönü’ye rakip olup, genel başkanlığı elinden almıştır. Tarih bugün aynı fırsatı Kılıçdaroğlu’na sundu. Kürt sorunu ve anayasa tartışmalarında takınacağı özgürlükçü ve sorunun çözümünden yana tavır Kılıçdaroğlu’nu yeni CHP’nin mimarı bir politikacı pozisyonuna taşıyabilir. Benzer bir fırsat aslında 2007 cumhurbaşkanlığı seçiminde MHP’nin eline geçti. MHP kaosu önleyecek bir adım attı ve bunun karşılığını 2009 yerel seçimlerinde alarak oy oranını yüzde 16’nın üzerine çıkardı. Aynı fırsat şu anda CHP için söz konusu. Kılıçdaroğlu ve ekibi bu fırsatı iyi değerlendirirse, hem parti içi muhalefete karşı önemli bir zafer elde edip, sırtında yük olarak bulunan ulusalcı ve statükocu güçlerden kurtulacak ve hem de oy oranını artıracaktır. Ecevit’in 12 Mart muhtırasına karşı tavrı bu anlamda Kılıçdaroğlu ve ekibi için bir örnek olarak alınmalıdır.
MHP çizgisinden nasıl uzaklaştı (Sayfa 3'te)
MHP YILLARDIR SAHİP OLDUĞU ÇİZGİDEN UZAKLAŞTI
MHP kaset skandallarına rağmen barajı aştı ve meclise girdi. Sizce bunu nasıl başardı?
MHP hakkında bahsedilen onca spekülasyona rağmen baraj üstünde kaldı ve ciddi bir oy kaybı yaşamadı. Ancak bu durum MHP’yi tartışmalardan kurtaracak gibi gözükmüyor. MHP Devlet Bahçeli liderliğinde girdiği 1999, 2002, 2007 seçimlerinde sırasıyla % 18, % 8 ve % 14 oranında oy topladı. Türkeş’in sağlığında geleneğin gördüğü en yüksek oy oranı 1995 seçimlerindeki % 8’lik oydur. Bu veri ile birlikte dünyada genellikle milliyetçiliğin irtifa kaybettiği de düşünüldüğünde Bahçeli ile MHP’nin yakaladığı ivme daha iyi fark edilebilir.
Sonucun başarısızlık olarak değerlendirilemeyeceğini söylüyorsunuz ama sanki MHP içinde bir fırtına havası var gibi? Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Evet haklısınız. Ama bu durumu seçim sonuçlarından bağımsız olarak değerlendirmek gerek. Bence MHP içindeki asıl tartışma, MHP’nin yıllardır sahip olduğu çizgiden uzaklaşma ile alakalı. Özellikle 12 Eylül referandumu bu açıdan ciddi bir kırılma noktası oldu. MHP kendi tabanı ile taban tabana zıt bir davranış kalıbı geliştirdi ve referandumda statükocu güçlerle birlikte hareket etti. MHP içindeki tartışmaların temeli sanırım bu nokta. Oysa 2007 seçimlerinden sonra cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde MHP’nin takındığı siyaset ve demokrasi yanlısı tavır MHP açısından ümit var olmamızı gerektirir nitelikte idi. Belki MHP yöneltilebilecek en ciddi eleştiri bu. Çünkü MHP yönetimi seçmenin cumhurbaşkanlığı seçimindeki tavrı nedeniyle gösterdiği ilgiyle oy oranının % 16’ya çıkmasını doğru okuyamadı. MHP eğer bu ilgiyi doğru okumuş olabilseydi referandumda hayır cephesinde yer almazdı.
Bu nedenle MHP’yi değerlendirirken 2009 yerel seçimlerindeki oy artışında cumhurbaşkanının seçilmesinde takınılan pozitif tutum ne kadar etkin olduysa, 2011 seçimlerinde de 12 Eylül referandumundaki demokrasi karşıtı tavrın etkin olduğunu söylemek gerek.
BDP, İLK DEFA BİR SİYASİ PARTİ GİBİ DAVRANDI
Peki, BDP ve bağımsız adaylara gelelim. Yerel özerklik, federasyon, öz savunma ve anadilde eğitim gibi oldukça sert bir dil kullandılar. Ama sonuçta bağımsız adayların sayısı neredeyse ikiye katlandı. Bunun sebepleri ne olabilir?
Şöyle bu konuda ben aslında oy oranı itibariyle bağımsız adayların bir patlama yaptığına falan inanmıyorum. Nitekim Kürt siyasi geleneğinin aşağı yukarı sabitlenmiş oy oranı olan % 6 civarında bir seçmen desteği söz konusu bağımsız adaylara. Bağımsız olarak katıldıkları 2007 seçimlerinde de, parti olarak katıldıkları 2009 yerel seçimlerinde geleneğin oyu da bu civarda idi. Ancak seçim sisteminin de katkısıyla bir önceki seçime oranla yüksek bir başarı olarak kabul edilecek bir sandalye sayısı yakalandı. Fakat bence BDP’nin asıl başarısı aday listesini oluştururken gösterdiği politik tavır oldu. Daha doğrusu BDP bence ilk defa bir siyasi parti gibi davrandı. Ve oldukça renkli ve temsil kapasitesi görece daha yüksek bir liste ile seçime girdi.
Kullanılan dile gelince, bence siyasi partiler şiddeti önermedikleri sürece her tür söylemi rahatlıkla ifade edebilmeli. O yüzden ben kullanılan dilin eleştirilmesine karşıyım. Ayrılma, bağımsızlık da dahil olmak üzere her türlü söylem siyasi partiler tarafından rahatlıkla dile getirilebilmeli. Bence asıl önemli olan BDP’nin parlamentoda nasıl bir tavır takınacağı.
Tam bu noktada BDP’nin yeni anayasa ve Kürt sorunu ile ilgili olarak nasıl bir tavır takınacağını düşünüyorsunuz?
Maalesef bu konuda çok ümit var değilim. Hatta şöyle söyleyim bana açıkçası CHP, BDP’den çok daha çözüme katkı verecek bir pozisyonda geliyor. Bu kanıya varmamdaki en büyük etken, BDP’nin siyasi parti kapatmayı zorlaştıran ifadelerin de yer alacağı anayasa değişikliği tartışmalarındaki tavrı. Umarım yanılırım. Ancak benim BDP ile ilgili belki en ciddi beklentim, bağımsız adaylar arasında yer alan, fakat BDP çizgisinden gelmeyen siyasetçilerin göstereceği tavır. Bu isimlerin tavrı bence çok belirleyici olacak.
YSK VE YARGI ORGANLARI, SİYASİ SÜRECİ DOĞRUDAN ETKİLEDİ
Son olarak YSK bağımsız adaylardan Hatip Dicle’nin milletvekilliğini düşürdü. Sizce karar hukuki mi, bir de BDP’nin bundan sonraki tavrını nasıl etkileyebilir bu karar?
Evet seçim sürecinin başından itibaren YSK tartışmalı kararlar vermeye devam ediyor. Aslında sadece YSK değil, bütün yargı organlarının bu süreçte kararları tartışılmaya devam edecek gibi. YSK ve yargı organları bu tür kararlarıyla aslında siyasi süreci doğrudan etkiledi. Kararlarına bir şekilde hukuki zemin bulsa bile bu böyle. Yargı organları her zaman kararlarına pozitif hukukun verilerine göre meşruluk temeli bulabiliyor. Ama bu temel, bu kararları meşru hale getirmiyor.
YSK’nın bu kararı seçim sonrasında ortaya çıkma eğilimi gösteren uzlaşma zeminini ortadan kaldırmaya matuf gibi. Bu nedenle altı mutlaka çizilmeli. Sanki özellikle anayasa değişikliği ve Kürt sorunu noktasında uzlaşma sinyallerinin verildiği dönem gözlenerek verilmiş bir karar gibi. Ve uzun vadede siyaseti derinden etkileyecek, BDP’nin çizgisini belirleyecek gibi.
Haber 7