'Bir kadının alkışı için her şeyi yaparım'
Nursel Tozkoparan'a konuşan Fatih Çekirge, ortalığı karıştıran manşetleri attığı dönemde, o manşetleri sevdiği kadın için attığını düşündüğünü söyledi.
ABONE OLFatih Çekirgeyi yazılarından tanırım. Bir de 28 Şubat sürecinde attığı ve bugün hala tartışılan manşetlerinden ve haberlerinden…
Ankara kulislerinin tartışılmaz isimlerinden biriydi…
Şimdilerde herkes o döneme ilişkin hesaplaşma yaparken, o dönemi anlatırken Fatih Çekirge’de bir “iç hesaplaşma” dediği “Kuzeyin Yolcusu” ismini verdiği kitapla çıktı karşımıza…
Ve doğrusunu söylemek gerekirse şaşırttı hepimizi… Sağ gösterip sol vurdu…
Hayat ve ölüm arasında nasıl gidip geldiğini… Ankara kulislerine, Türkiye siyasetine kendini bu kadar kaptırmışken hayatı nasıl ıskaladığını anlatıyor kitabında…
Kendisi ile bir seyahatte karşılaştık ve uzun uzun sohbet etme fırsatı bulduk…
Lacivert renkli adamın hiçte öyle olmadığını ne kadar renkli bir kişiliğe sahip olduğuna tanık oldum… Hatta renkli kişiliği giyimine dahi yansımış… Yeşil pantolon, turuncu tişört bu kadar yakışır bir insana… Hele hele bu kişi yıllarca Ankara’da birçok gazetenin temsilciliğini yapmışsa.
Röportaj için randevulaştık. Ben merak ettiklerimi merak edilenleri sordum o da yanıtladı.
Korkularını, sevinçlerini, hayallerini... Ve pişmanlıklarını…
Hiçbir sorumu cevapsız bırakmadı, yalnız 28 Şubat dönemi hariç…
Yok yok hemen önyargılı olmayın… Cevap vermekten kaçmadı, konuşmayacağım hiç demedi…
Bilakis o dönemi daha detaylı konuşmak istedi…
Dolayısıyla 28 Şubat dönemini içeren başka bir röportaj yapmak üzere ayrıldık…
BİZİM LACİVERTLİĞİMİZ MESAİ DİLİMİ İÇERİSİNDEDİR
Tarzınız ve kişiliğiniz niçin bu kadar tezat? Lacivert duruşa sahip birisi aynı zamanda nasıl bu kadar renkli bir kişiliğe sahip olabiliyor? Sizi tanıdıktan sonra ben de oluşan kanaat bu…
Şahane… Ankara’da gazetecilik yapıyorsan, protokole yönelik bir gazetecilik yapıyorsun demektir. Ciddi olacaksın. Kafadan siyasetle ilgilisin. Ve profesyonelin yapacağı şey orada lacivert olmaktır. Bizim lacivertliğimiz mesai dilimi içerisindedir. Ankara’da lacivert görünsem de aynı zamanda Ankara’daki caz derneğinin kurucularından birisiyim. Dolayısıyla benim kendime ayırdığım hayatla kamuya ayırdığım hayat arasındaki fark renk farkıdır.
Peki, bu renkliliğinizi neden yansıtmıyorsunuz ya da yansıtamıyorsunuz mu?
Bazı gazeteci arkadaşlarımız var, onların özel hayatlarını görünür kılmaları, kendilerini bir dekor, bir figür haline getirmek için. Ben Ankara gazeteciliği yaptığım o dönem de öyle bir şey yapmadım.
Dönemden kastınız?
Özallı yıllar. Ankara’da temsilcilik yaptığım dönemden bahsediyorum. Hürriyet ve Sabah Gazetesi’nde uzun yıllar çalıştım. O dönemde böylesi bir renkliliğe pek ihtiyaç duymadım. Ancak İsmet Özel şiirini sokaklarda yaşadım, mesela. Özel’e hep saygı duydum. Şili Büyükelçiliği’nin verdiği madalyayı almaya geldiğinde Özel beni aradı. İsmet Özel ile gece yarılarına kadar sohbet etmişliğimiz vardır. Ama tutup da İsmet Özel geldi sohbet ettik diye yazmadım. Neden İsmet Özel örneğini veriyorum? Çünkü benim hayatımda çok önemlidir onun şiiri, kendisi, varlığı. Kimileri şimdi kızsa da hala öyle… Ben iç hayatımı öyle dekor ya da bir figür haline getirmek istemedim. Belki bu tavırda yanlıştır, bilmiyorum.
İşime o kadar konsantre idim ki… Gazeteciyiz, haber alacağız ve haber vereceğiz… Mesela Hürriyet Gazetesi’ndeyken ben Çetin Emeç gibi genel yayın yönetmeni, Ertuğrul Özkök, İsmet Solak, Serdar Turgut, Enis Berberoğlu var. Birlikte çalışıyoruz. Bütün hayatımız, bir manşeti nasıl bulacağız sorusuydu.
Şu caz derneğine gelsek?
En iyi gazete manşetini nasıl buluruz odaklı bir hayatın içerisindeyken, akşam caz derneğini kurdum ama yine de Tuna Ötenel’i dinledim falan diye bir şey yazmaya vakit bulamadım. Ya da gündemimizde yoktu o dönemlerde… O bizim yalnızca kendi hayatımızda kaldı. Sokaktaki insana, bizi okuyan insana onun merak ettiği şeyleri vermeye çalıştık. Türkiye’de, siyasette ne olduğunu anlatmaya çalıştığımız için belki biraz fazla lacivert kaldık.
BENİM BALKONUMA BOMBA ATILDI
Mesela ben TRT’de program yaptığım dönemde, dönemin Dışişleri Sözcüsü Murat Sungar’ı konuk ettim. Yine Hülya Avşar’ı konuk ettim, Hülyanın da yeni parladığı dönemlerdi. Programda, ülke siyasetine ilişkin, PKK’ya ilişkin konuşmalar oldu. Oradan çıkıp ofisime geldim ve bomba patladı. MİT geldi, o geldi, bu geldi ne oluyor filan?… Türkiye’de bir sürü renkli insan varken, Türkiye’nin rengini karartmak isteyen bu terörün karşısında olduğumu söyledim. Benim balkonuma bomba atıldı, ben aslında şöyleyim, böyleyim diye hiç kendi üzerime bir şey geliştirmedim.
Bomba büronuzun balkonuna mı atıldı?
Evet. Hürriyet gazetesinin Cinnah Caddesi’ndeki 2. Katına atıldı. Ben o zaman temsilciydim. Balkonda bombayı patlattılar ve ben de zor kurtuldum. Sonra da MİT falan hepsi geldi. Ne olduğunu araştırdılar. Sonra dediler ki; PKK sizin yaptığınız bu konuşma ile ilgili size bomba attı. Şöyle söyleyeyim; bugün her hangi bir gazeteci arkadaşımızın yanında bir şey patlasa günlerce bunu yazarlar. Ben üzerinde durmadım.
Yani bir gazeteci kendisini bir dekorun figürü gibi sunmaktan mı yoksa okuruna haber vermekten mi yana olacak?
TÜRK BASININDA HERKES ASSOLİST ŞU ANDA
Gazetecilikteki bu yön değiştirmekten siz de memnun değilsiniz anlaşılan…
Ben şu doğru, bu yanlış demiyorum. Yalnızca diyorum ki; gazetecilik televizyonlarda yer alarak bir sahnenin solisti haline gelmeye başladı. Yani kim assolist? Şu anda mesela Türk basınında kim assolist?
Hakikate şu anda gazetecilerin assolisti kim?
Düşüneyim biraz, o kadar çok assolist var ki. Bana göre belki de en ilginç tarafı şu; Türk basınında herkes kendini assolist ilan etti şu anda. Çünkü herkes kendi egosunun yazdıklarının önünde olduğunu düşünüyor. Bana göre öyle. Herkes assolist şu anda. Çünkü herkes kendisinden yazdıklarından daha önemli olduğunu düşünüyor.
Gelelim ‘Kuzey Yolculuğu’ kitabınıza. . Kitap bir nevi iç hesaplaşma. Şiirsel bir anlatımla içe yapılan bir yolculuk… Nereden çıktı bu hesaplaşma.
Bu şudur; Yunus Emre niye yazdı, Shakespeare, niye yazdı? İnsanoğlu bence iç hesaplaşma yaşamadan kendi insanlığı konusunda bir şey elde edemeyeceğini düşünüyorum.
O hesaplaşmanın içerisinde neler var?
Birinci soru, ben bu dünyada ne yapıyorum? Klasik gelebilir. Sonra ben kendimle ne yapıyorum? İkinci soru ben ne kadar uzun süre bir vicdan aynası ile karşı karşıya kalabilirim? Bu herhalde biraz da benim geldiğim yaşla ilgili bir şey.
Yaş kaç?
Şu anda tam 50. Çünkü o vicdan aynasını ancak bu yaşta sorgulayabiliyorsun. Aslında bu kitabı yazarken ben kendi dağıma çıkıyorum. Hesaplaşma bu. Herkesin kendi dağına çıkması lazım. Herkes kendi dağına tırmanabilirse oradan bir şey süzüyor, çıkarıyor.
EN BÜYÜK KORKUM ÖLÜMÜ ANLAYAMAMAK
Peki, bu yolculukta sizi en çok korkutan ne oldu?
En büyük korkum ölümü anlayamamak. Yani ölümü hissetmem benim için çok önemli. Ölüm bence bu hayatı anlamak için en önemli anahtar.
Neden? Sizi etkileyen bir şey mi oldu?
Hiçbir şey olmadı. Shakespeare…( iki de bir Shakespeare, diyorum çünkü o da ölümü sorguluyor, Yunus da, Mevlana da… ) Aslında orada ölüm adına sorgulanan yaşadığımız hayattır. Bu yüzden bunu önemsiyorum. Bunun bir miladı yoktur.
Yarım kalan bir hesabınız var mı?
Çok var.
Mesela?
Yıllar evvel üniversitede okurken Emek Mahallesi’nde 8.Cadde’de Diyarbakır öğrenci yurdu vardı. Orada da Devrimci Kültür Ocakları diye bir dernek vardı. Orada sohbet ederdik. Ben de o zaman Türkiye İşçi Partisi gençlik kollarındaydım. Yıllar sonra rahmetli Orhan Doğan’ı meclisten çıkarttılar, polisler bastılar ve arabaya tıktılar sonra Leyla Zana’yı, sonra Hatip Dicle’yi… Ben o zaman bir gazeteci olarak o kadar çok haber ve manşet üretmeye ayarlanmışım ki; insanı unutmuşum yani. Devamlı haber üretiyoruz, o onu dedi, bu bunu dedi. Özal şunu dedi, Demirel bunu dedi, sürekli bir kriz haberi ve haber atlatma… Genelkurmay şunu dedi, başbakan bunu dedi. Bunu sezemeyecek hale geldiğimi sonradan anladım. İçimde yarım kalmış acı budur. Şimdi o yüzden bugün KCK davalarıyla, şunlarla bunlarla engellenen, sırf düşündükleri için ellerinde silah olmadan meclise gönderilmeyen bu insanlara karşı yapılanları protesto ediyorum. Tepki gösteriyorum. İçimde yarım kalmış olan budur işte.
RÖPORTAJIN DEVAMI İÇİN İKİNCİ SAYFAYA TIKLAYIN..>
BEN OLSAM YEMİN ETMEYELİM DEMEZDİM
Milletvekili olsaydınız siz de Meclisi protesto eder, yemin etmez miydiniz? CHP’nin yaptığını doğru buluyor musunuz?
Daha zekice bir yöntem bulunması için tartışmaya açardım… Meclise gitmeyelim, yemin etmeyelim demezdim. Ben bunu oturup Kemal Kılıçdaroğlu ile konuşurdum. Hukukçular iyi inceledi mi? Buradan biz ne sonuç elde edeceğiz? Cumhurbaşkanı ile BDP ile Meclis Başkanı, Cemil Çiçek ile Başbakan ile biz ne kadar temas ettik? Biz buradan siyasetle şov mu üreteceğiz yoksa hakikaten bir şey mi yaratacağız? Benim gönlümden geçen şu; kim seçildi ise meclise gelmeliydi. Halk; ben seni meclise gönderiyorum dedikten sonra, seçilen kişiler, (yargısı devam edenler) meclise geldikten sonra, diyelim ki yurtdışına kaçarsa, delil karartmaya kalkarsa o da artık onun ayıbı olur. Biraz da birbirimize güvenmemiz lazım. Ne yapacak iki tane milletvekili mecliste? Ergenekon soruşturması elbette önemli bir soruşturmadır
Peki, burada olmayan ne o zaman?
Burada olmayan bir politika üretilememesi var şu anda. Başbakan’ın da yaptığı bana göre yanlıştı. Ne yazık ki; 30 yıldır bu siyaseti izliyorum, iktidar zaman zaman iktidar sahiplerini, siyasetin de belki meşrebinde bu var. Yani sertleştiriyor, keskinleştiriyor.
EVET, ROMANTİK BİR ADAMIM
Aslında sizinle siyaset konuşmayacaktım ama mecburen girdik. Renkli kişiliğinize dönelim yeniden. Fatih Çekirge romantik bir adam mıdır?
Evet. Romantik bir adamım…
Mesela…
“Benim adım insanların hizasına yazılmıştır. Her gün yepyeni rüyalarla ödenebilen bir cezadır bu.”
“ Ben artık bırakılmaktan yapılmış bir adam sayılırım. Böğrümde kambur çocuklardan bir payanda… ”
“Bu aşk burada biter, ben de çeker giderim, ardımdan bir nehir akıp gider,
İyi günler sevgilim “
Şimdi bunu niye söyledim? Baktığım, duyduğum her şeyde şiirle, müzikle ilerliyorum. Bu da beni mutlu ediyor. Romantizmden kastın neyse ben sana bir örnek vereyim; en son bir geziye gittik, okyanusa açılan bir kıyıda birkaç arkadaşımla… Okyanusun kenarında olmayı çok önemsiyorum. Çünkü Cristof Colomb’u Cristof Colomb yapan veya Fatih Sultan Mehmet’i Fatih Sultan Mehmet yapan fetihçi duygusundan çok keşifçi duygusudur. Ve okyanus bütün keşif duygularını tetikler. Keşif de bir romantizmle başlar, aşkla başlar. Mevlana da Yunus da buna dâhildir, Shakespeare, de dâhildir. Bunlar fetih duygusundan çok keşfetmeye ayarlıdır. Onun için ben romantizmi böyle bir alegorik bir şeye yerleştiremiyorum. Bir hava gibi bile değil. Ele avuca gelmeyen bir şey. Onun için tarifi de ancak böyle olabiliyor.
Bu kadar lacivert, bu kadar ciddi bir adamın bu kadar şiirsel dilinin olması…
Çünkü 18 sene Ankara’da siyaset yazarsan böyle olur. Bir de şu var; benim hayatımda bir gerçek vardır. O nedir? Benim yanımda çok genç gazeteciler vardı, yetiştirdiğim. Şimdi isim vermeyeyim ama hepsi şu anda çok güzel yerdeler. Bir tek şeye dikkat ettim, arkadaş bakın yöneticiysen, genel yayın müdürüysen, Ankara temsilcisi veya iyi bir pozisyonda isen en azından kendine saygın için, yaşadıklarını kendinde muhafaza et... Bir kurumsal hafıza ol. Senin için ilke olan şey orada yaşadığın şeyi başka bir yerde söylememendir. Sen bugün buradasın, yarın başka bir yerdesin. Ankara temsilciliği yaptık, patronlarla ilgili birçok şeyi yaşadık ama bizde kalmıştır.
KENDİMLE DEĞİL AMA ÇALIŞTIĞIM KURUMLA İLGİLİ KETUMUM
Ben Cem Uzan’la ayrıldıktan sonra herkes sordu. O dönemde mesela Nuriye Akman defalarca aradı. O’na dedim ki; Nuriye ben bu konuda konuşmam. Neden? Çünkü bu o kişiyle ilgili değil, benim kişiliğimle ilgili bir şey. Bir insan bir gazetede çalışıyor, yönetime geldikten sonra ayrılıyor ve ayrıldığı an orası hakkında konuşmaya başlıyor. Bu iyi bir şey değil. Ben biraz da ketumum ama kendimle ilgili değil, profesyonelliğim ile ilgili ketumum. Kendimle ilgili her şeyi dökerim ama çalıştığım kurumlarla ilgili asla…
BEN AŞKA AYARLIYIM
Peki, Fatih Çekirge çapkın mıdır?
Çapkından kastın ne? Yani kadınlara düşkün müdür manasında mı?
Evet…
Kadınları seviyorum. Ama daldan dala değilim.
Çapkın değilsiniz o halde…
Bu çapkın lafı iyi bir laf değil.
Bu sizi incitiyor mu?
İncitiyor. Hakaret gibi geliyor bana. Doğru soru şu: aşka ayarlı mısın? Evet.
Bu kibarcası…
Çapkın sanki o kadınla beraber olayım sonra bu kadınla beraber olayım gibi. Ben öyle değilim. Ama aşka ayarlıyım.
AŞK ÖRGÜTLENMEKTİR
Aşkı tarif edin o halde…
Aşk örgütlenmektir. Bunu en iyi Ece Ayhan söyledi. Aşk örgütlenmektir. Şimdi bunu açalım. Kimse kimseye kolay örgütlenemez. Örgüt kalabalık bir iştir ama aşkın örgütlenmek olduğunu anlatmak, iki kişinin örgütlenmesini anlatmak zor bir iştir.
Peki, uğuruna ölünesi kadın var mıdır gerçekten?
Vardır tabi. Olmaz olur mu?
Böyle bir kadın oldu mu hayatınızda?
Oldu ama ölmeyi düşünmedim. Birlikte olduğum her kadına çok değer verdim.
BİR KADININ ALKIŞI İÇİN HERŞEYİ YAPABİLİRİM
Aşkın insan hayatını şekillendirdiğine inanıyor musunuz?
Tabi kesinlikle. Mesela benim hayatımı şekillendirir.
Anlatın o halde…
Bütün günümü ona göre ayarlayabilirim ve mesela bir kadının alkışı için her şeyi yapabilirim. Ortalığı karışacağını düşündüğüm manşetler attığım dönemde, o manşeti sevdiğim kadın için attığımı hissetmeye başlamıştım mesela. Onun için yapıyorum bunu çünkü. Başarı aynı zamanda alkış gerektirir. Alkış ancak seven bir kadından gelirse inanılmaz bir şey. Kanat tak uç.
EVLİLİĞİN KURUMSALLAŞMASINA KARŞIYIM
Evlilik sizin için ne ifade ediyor?
Evlilik bende kapanan bir şey, nedense? Çok kutsal bir şey tamam anlıyorum ama iki kişinin bir ev içerisinde birbirine alışmaya başlaması ve alışkanlıkla birlikte aşkın alışkanlığa dönüşmesi. Sürprizini kaybetmesi heyecanı kaybettiriyor aynı zamanda.
Evliliğe karşısınız yani?
Karşıyım. Birlikte yaşanabilir. Daha doğrusu evliliğe karşı değilim. Bir kadın ve bir erkeğin beraberliğini bir alışkanlık haline getirmesine itirazım var. Evli olabilirler ama beraberliklerini müthiş yaşayabilirler. Kısacası kurumsallaşmasına karşıyım. Akşam geldin, karıcığım bu gün ne yaptın? İyiyim, sen ne yaptın? Ben de iyiyim falan… Bu öldürebilir. Şimdi yemek yenilecek, televizyonun karşısına geçilecek, dizi izlenecek…
Evliliğiniz ne kadar sürdü?
İki evliliğim oldu. Her ikisi de on yıl sürdü.
KÜRT MESELESİ VARDIR Türkiye’nin geldiği bugünkü durumu nasıl buluyorsunuz? Türkiye çıtayı yükseltirken şu anda kırmaya çalışıyor. Nasıl yani? KCK operasyonlarıyla gözaltına alınan BDP milletvekilleri meclise gelmediği sürece bunun böyle olacağını düşünüyorum. Çünkü onların hiçbir terör faaliyeti yok. Siz bir yandan diyeceksiniz ki; dağdan inin siyaset yapın diyeceksiniz, sonra da kalkıp, ben seni tutukluyorum diyecekseniz. Böyle bir çelişki olamaz. Bence Türkiye’nin şu anda en büyük ayıplarından birisi bu. Bunu çözmesi lazım. Kürt meselesi var mıdır? Vardır. Çözülmeli midir? Çözülmelidir. Türkiye’deki her mesele demokrasi platformunda çözüme kavuşturulmalıdır. Sen devlet olarak bir yandan Abdullah Öcalan ile görüşeceksin öbür taraftan Abdullah Öcalan’ın lider olduğunu düşünenleri içeri alacaksın, içeri aldıktan sonra da diyeceksin ki; tamam sen seçimlere girebilirsin. Sonra da adamları meclise almayacaksın. Bu çıtanın bükülmesidir, bunun çözülmesi lazım. |
Böyle düşünen bir adam iki kere evlendi!!!
Evet. Çünkü denemek istiyorsun, bu da önemli bir şey.
İyi bir süre. Var mı şu anda yeni biri?
Yok.
Niye yok?
Bilmiyorum.
Kadın erkek ilişkilerindeki güvensizliğe ne diyorsunuz?
Evet, ben korkuyorum. Şu anda çocuklarımın hayatlarıyla ilgiliyim. Böyle bir şeyi yeniden deneme konusunda korkum var.
Mevlana’ya göre dünya aşk üzerine kuruludur. Siz de aşkın bu denli dönüşüm ve etkileyiciliğine inanıyor musunuz?
Ben Mevlana’dan çok Şems’e katılıyorum. Şems beni daha çok çekiyor. Şems’in Mevlana’yı terk etmesi. Bu çok önemli benim için… Mevlana’nın onu için yollara düşmesi ve Mevlana’nın o yazdıkları. Şems’in o inanılmaz sükûnetiyle etrafındaki dedikoduculara kendini sessizliğiyle anlatması. Mevlana’nın aşkı aslında neden bu kadar büyük algılandı biliyor musun? Çünkü pişmanlıktı.
TÜRKİYE HAYALİM YÜZÜNDEN DAVUTPAŞA KIŞLASINDA 25 GÜN YATTIM
Türkiye ile ilgili en uç hayaliniz nedir?
Benim Türkiye hayalim şu; Kuzey’in, Oğlumun bir gün Wimbledon’da final oynarken servis atması ve benim o Türk çocuğunun babası olarak orada oturmam. Bu birinci hayalim. İki, kızım Eylül’ün Türkiye’nin uluslararası bir davasında bir hukukçu olarak veya dünyanın herhangi bir yerinde bir insan hakları davasını, bir insanın hakkını, baskıya uğramış bir insanın hakkını savunan bir Türk kızı olduğunu bilmek benim Türkiye hayalimdir. Ben bir siyasetçi gibi Türkiye hayali kurmuyorum. İnsana yönelik kuruyorum.
Ama daha çok kendi özelinizden hayal kuruyorsunuz?
Tabi bundan 30 seve evvel sorarsan; Türkiye hayalim yüzünden Davutpaşa kışlasında 25 gün yattım. Benim Türkiye hayalim o zaman öyleydi. Türkiye’nin sosyalist olmasını istiyordum. Yıllar sonra Yaşar Büyükanıt o zaman 1. Ordu komutanıydı ve ziyarete gittim. Ben; ‘’Burada yattım’’ dedim. ‘’Sen askerliği burada mı yaptın?’’ diye sordu. ‘’Hayır, 1 Mayıs’ta sokağa çıkma yasağını deldim diye ceza aldım. Ve burada hapis yattım’’ dedim
28 Şubat sürecinde çok tartışılan isimlerden birisiydiniz…
Bu konuda ben uzun bir yazı yazacağım. Şimdi Mehmet Ali Birand bu konuda bir şeyler yazmaya çizmeye çalışıyor.
Bir tek siz konuşmuyorsunuz bu konu ile ilgili…
Ben bir gazeteciyim ve o dönemde gazetecilik dışında hiçbir şeyin içinde olmadım.
O zaman anlatın işte. Niye anlatmıyorsunuz?
Nursel istersen bu konuda sana bir söz vereyim. Başlı başına bu konuyla ilgili bir röportaj yapalım. Ve sana o dönemi anlatayım… Sonra da yazacağım zaten…
FEHMİ KORU İLE ATLATTIĞI HABER
Tamam, bu sözü kabul ediyorum. Peki, o dönemlerde yapılan gazetecilik ve şimdi arasında nasıl bir fark var?
Ben bakıyorum Başbakanın, Cumhurbaşkanının gezilerinde hiçbir gazeteci haber atlatamıyor. Neden? Çünkü tek elden yayın yapılıyor. O dönem öyle değildi. Fırsatını bulduğumuz an haber atlatırdık. Mesela rahmetli Özal ile İzmir’e İktisat Kongresine gitmiştik, Hasan Cemal, Fehmi Koru ve ben. Özal da yeni ameliyat olmuş otelde yatıyor ve Semra Hanım orada. Ben Fehmi’ye ”Ne yapıyoruz?’ diye sordum. O da; ‘’Biraz bakalım’’ dedi. Bazı arkadaşlar ‘’Gelin Kordon’da yemek yiyelim’’ dedi. Fehmi’yle ben gitmedik. 5 dakika sonra haber geldi ve biz yukarı çıktık. Rahmetli Özal o zaman Demirel hükümetini yerden yere vurdu. Gece yarısı manşetleri değiştirdik. Sonra Kordon’da yürüyüşe çıktık. Karşıdan arkadaşlar geliyor. ‘’Ne haber? Nasılsınız? ‘’İyiyiz’’ dedik, bir şey söylemiyoruz tabi. Gazetecilik de böyle haber atlatma duygusu vardır. Şimdi ne yazıktır ki ben bunu görmüyorum.
(Haber 7)