Kapitalizm gerçekten çöküyor mu?
Dünya kapitalizminin merkezi Wall Street. ABD, "Wall Street'i İşgal Et" eylemiyle sarsılıyor.Peki bu eylem kapitalizmin çöküşü mü demek gerçekten?. İşte eylemin arka planı ve bilinmeyenler...
ABONE OLFatma Yılmaz'ın röportajı
Wall Street… Amerika’nın New York kentinde ülkenin önde gelen finans kuruluşlarının toplandığı sokak. Aslında kapitalizmin, dünya kapitalizminin merkezi Wall Street. ABD, "Wall Street'i İşgal Et" eylemiyle sarsılıyor.
Wall Street, ekonomik kriz ve işsizlikten bunalan Amerikalıların hedefinde. Eylemler toplumun %99'u adına %1'i hedef alıyor. Ülkenin ekonomik, sosyal, eğitim ve sağlık sisteminde köklü değişiklikler isteyen protestocular ise, Wall Street’i işgal edinceye kadar eylemlerini sürdüreceklerini söylüyorlar. Peki bu kapitalizmin çöküşü mü demek gerçekten? Konuyu Gazeteci - Yazar Dr. Cemil Ertem’le konuştuk…
17 Eylül’de Wall Street’te başlayıp dünyaya yayılan ‘küresel muhalefeti’ nasıl okumalıyız? Kapitalizme karşı bir eylem olduğu iddia ediliyor, kapitalizm çöküyor mu?
Bu bir sonuçtur. Daha önce çeşitli dönemlerde Avrupa’da, özellikle kapitalizm krizinin yoğunlaştığı yani 1800’lerin sonlarından itibaren başlayan kapitalizme karşı gösterilere, Paris Komünü gibi önemli ayaklanmalara baktığımızda, onlardan daha değişik ve yaygın olacağını düşünüyorum bu gösterilerin. Bu bir sonuç, ama kapitalizmin 21. yüzyıldaki dönüşümünü anlatan sonuçlardan bir tanesi. Yaklaşık 250 yıllık bir kapitalist sermaye birikim rejimi değişiyor ve bu anlamda hem kapitalizm sorgulanıyor, kapitalizmi savunanlar tarafından, hem de kapitalizme karşı olanlar kapitalizmin artık sona ermesi gerektiğini belirtiyorlar. Bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu esasında yalnızca siyasi bir çıkış değil, aynı zamanda ekonomik, sosyolojik ve giderek bütün insanları kapsayacak kültürel bir değişimin müjdecisi, habercisi. O halde şöyle diyebiliriz; Wall Street’tekiler biz % 99’uz diyorlar ve % 99’un sesi olacaklar.
Bu erken bir yorum mu?
Bence erken değil. Çünkü artık öyle gözüküyor ki kapitalizm bir şekilde son sınırlarına geldi.
Peki kapitalizm sonrası bir dünya var mı, kurulacak mı? Şuna mutlaka inanmalıyız. Kapitalizmin aşılacağı artık çok aşikar. Peki ondan sonra nasıl olacak? Şu anda bunu protesto eden % 99 kesim, gençler, daha önce yine onu protesto eden ve istemeyen büyük çoğunluk bu sorunun yanıtını henüz vermiş değil. Bekli de en büyük sorunlardan bir tanesi bu. İnsanlık kapitalizm sonrası sistemin nasıl olacağını bulamadı. Daha önce yaşanan deneyimler, örneğin Sovyetler Birliği’nde yaşananlar, adına sosyalizm denen ama bana göre tekelci devlet kapitalizminden başka bir şey olmayan deneyimler, esasında, kapitalizmin ömrünü uzatan ve de siyasi olarak besleyen çıkışlardır. Ama bugün kapitalizm, giderek tüm insanlığın ideolojik, felsefi düzleminde yalnızlaşan bir sistem olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla bu protestolar yalnızca kapitalizm krizinden kaynaklı, o sistemden canı yanan, mallarını mülklerini kaybeden insanlarla sınırlı olmayacak.
“Vicdanlı kapitalizm” bahsini sıkça duyar olduk. Nedir bu kapitalizmin vicdanlısı?
Birçok sol düşünür, aydın, sosyolog, iktisatçı kapitalizmin vicdanlı olamayacağını ve mutlaka batacağını söylemişlerdir. 150 yıldır Marks’la birlikte söylenir bu. Ama kapitalizm bütün krizlerden kendisini yenileyerek çıkmıştır. Kapitalizmin kendi dinamiği var. Bu dinamik onu tekrar tekrar var ediyor ve kapitalizm bir şekilde en büyük krizleri bile atlatıp yoluna devam ediyor. Böyle bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Ama bütün bu krizleri aşarken, kapitalizm hiçbir zaman vicdanlı yolu seçmedi. Nasıl bir yolu seçti? Kapitalizm kendisini savaşlarla, insanları birbirine düşürerek, iç savaşlarla, israfa dayalı olarak, silahlanmaya dayalı olarak, kadın çocuk emeğini sömürerek korudu ve yeniledi. Birinci Dünya Savaşı bir paylaşım savaşıydı, keza bunu takip eden İkinci Dünya Savaşı da bir paylaşım savaşıydı. Büyük imparatorluklar yıkıldı, Avusturya Macaristan, Osmanlı, Rusya imparatorlukları yıkıldı. Onun yerine ulus devletler kuruldu. Birinci Dünya Savaşı sonucunda imparatorlukların yerine kurulan ulus devletler, İkinci Dünya Savaşı’na kadar uzanan bir ekonomik paylaşımı gündeme getirdiler. Ve bu ekonomik paylaşım savaşla sonuçlandı. Adeta Birinci Dünya Savaşı’nın devamı olan İkinci Dünya Savaşı çıktı. Ve burada insanlık kaybetti, 5 milyona yakın insan öldü. Her iki dünya savaşı öncesinde de Avrupa’da faşizmler dönemi başladı. Hitler faşizmi. Bunlar insanlık dışı yöntemlerdi. Daha sonra Akdeniz Avrupa’sında faşizmler dönemi başladı. Yine aynı şekilde Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde askeri diktatörlükler ve faşizmler dönemleri başladı. Latin Amerika’da başladı. Burada insanların özgürlüklerine, dinlerine, dillerine, kültürlerine karışıldı. Faşizmde devlet buralara müdahale etti. Dolayısıyla bunlar hep kapitalizmin krizlerinin, kapitalizmin kendi işleyişinin bir sonucu olarak gündeme geldi. Ve hiçbir zaman da insan onuruna yakışan, insanın fıtratına yakışan vicdanlı rejimler olarak ortaya çıkmadı.
Peki Yaklaşık 250 yıllık sermaye birikim rejiminin sonlandığı bu günlerde kapitalizm şimdiye kadar yaptığının aksine kendisine vicdanlı bir yol bulabilir mi? Kapitalizm kendisini insanın vicdanına, onuruna yakışan bir şekilde yenileyebilir mi? Ben bunun kapitalizmin fıtratına, doğasına aykırı olduğunu düşünüyorum. Çünkü kapitalizmin işleyişi ve çıkış yeri insan emeğini sömürü üzerinedir. Bunu, insanlık tarihinde hem batıda hem de doğuda, gerek pozitif ilimleri referans alan gerek dini referans alan çeşitli düşünürler ifade etmişlerdir. Mesela Marks, insanlığın kapitalizm sonrası bir düzene mutlaka varacağını ifade ederken, Bediüzzaman Said Nursi de kapitalizmi ecir değeri olarak ifade etmiştir. Ecir nedir, ecir ücrettir. İnsanı zincire vuran ecir eli olarak kapitalizmi ifade eder Bediüzzaman. Ve insanlık, daha önce insanı zulme mahkum eden toplumsal sistemleri nasıl aştıysa eciri de aşacaktır der Bediüzzaman. Yine bu, Bediüzzaman da ücret karşılığı ödenmemiş emek hakkıdır. Ve dolayısıyla ücret dediğimiz zaman bir sömürü mekanizması, ecir dediğimiz zaman bir sömürü mekanizmasını da anlar. Ve bunun insana yakışmayan bir durum olduğunu da söyler. Bütün hayatını kapitalizme karşı mücadeleye ve kapitalizm sonrası bir siteme adamış ve bu konuda da çok ciddi eseler vermiş Marks bu kadar açık değildir kapitalizm sonrası sistemle ilgili. Bunun bir sosyalizm olacağını söyler, ama sosyalizmin formülasyonunu yapmaktan kaçınır. Ama Bediüzzaman, kapitalizm sonrası devrin formülasyonunu da yapmıştır. “Malikiyet ve Serbestiyet” devri olarak bunu ifade etmiştir. Malikiyet dediğimiz zaman ne anlarız? Malik olmak, insanın çalıştığının karşılığına sahip olması, onu mülk edinmesini. Bediüzzaman’ın dediği malikiyet, tekelleşmeyen ve başkalarının, büyük çoğunluğun zararına olacak, onların haklarını çiğneyecek bir mülkleşmeye mahal vermeyecek bir malikiyeti ifade eder. Böyle bir malikiyeti ifade ettiğimiz zaman, mutlaka ama mutlaka buna tekabül edecek bir siyasi hayatı da anlatmamız lazım. Çünkü buradaki malikiyet hikayesi aslında ekonomik bir hikayedir. Yani tekelleşmeyecek, bir şekilde emeğine sahip olacaksın, ona sahip olacaksın ve yabancılaşmayacaksın, onu nasıl meydana getireceğine dair katkıda bulunacaksın gerek düşünsel olsun gerek maddi olsun. Dolayısıyla burada söz sahibi olacaksın. Malikiyet bu. Bu malikiyetin siyasi ve sosyolojik karşılığı da vardır. Oda yine Bediüzzaman’ın ifadesiyle serbestiyettir. Serbestiyet dediği hürriyet. Ve buradaki hürriyet esasında serbestiyetin ta kendisidir. Yani nasıl bir serbestiyet? Tek bir bireyden başlayan bir serbestiyet, bireyin sonsuz ama başkalarına zarar vermeksizin, başkalarının haklarını da gözeten, adaleti öne çıkartan, insan onurunu öne çıkartan bir hürriyet. Kendi özgürlüğünü, kendi inancını ifade edebilme ve onu sonuna kadar yayabilme hürriyeti. Ümmet içerisinde tek bir insan olabilme hürriyeti. Ümmeti anlayıp tanıma hürriyeti. Ve dolayısıyla burada bireyin sonsuz hürriyeti, insani sonsuz hürriyeti söz konusu. Bu bireysel hürriyet aynı zamanda toplumsal hürriyete tekabül eder. Yani herkesin her şeyden haberdar olacağı, bilgiye sonsuz ulaşma hakkının olduğu ve bilgiye ulaştıktan sonra onu kullanma hakkının da olduğu bir toplumsal düzen, bir iktisadi düzen. Bu aynı zamanda neyi beraberinde getirir? Ortaya çıkartılanın eşit paylaşımını da beraberinde getirir. Burada hiçbir zaman sermayenin bazı ellerde ya da devlet katında, bürokraside tekelleşmeyeceğini ve temerküz edemeyeceğini bize anlatır. Bediüzzaman’ın malikiyet ve serbestiyet olarak formüle ettiği bu anlayış, kapitalizm sonrası bir sitemin ilk müjdecisi ya da bir şekilde 20. yüzyılın başında ortaya atılmış bir formülasyonu olabilir. Ama bunu insanlık şimdiye kadar ortaya çıkaramamıştır. Bunun en büyük nedenlerinden birini de bu krizde arayabiliriz. Çünkü bu kriz, yaklaşık 250 yıllık sermaye birikim rejimini bitiriyor. Ulus devletlere dayalı bir sermaye birikim rejimi bitiyor. Üç büyük imparatorluğun bitmesinden sonra ortaya çıkan şey esasında onla içiçe geçmiş ve ondan sonra da devam eden bir burjuva demokratik devrimleri. Bu devrimlerin sonucunda ortaya çıkan ulus devletler sistemi, esasında bugün sona ermekte olan kapitalizmi sanayi birikim rejimini bize sundu. Daha sonra 20. yüzyılın hemen ilk çeyreğinin sonunda 1929’larda ilk büyük kriziyle karşı karşıya kaldı kapitalizm. 1929 krizi tekelci devlet kapitalizminin ilk büyük krizidir. Bu krizin sonuçlarından bir tanesi de ne olmuştur, İkinci Dünya Savaşı olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ulus devletlerin hiyerarşisi (Amerika’ya dayalı) oluşmuştur. Amerika İkinci Dünya Savaşı sonrası kapitalist sistemin belki tek ekonomik gücü olarak ortaya çıkmıştır. Ve onun karşıtı gibi görünen ama diğer taraftan tamamlayan Sovyetler ortaya çıkmış ve Sovyetler’le Amerika arasındaki soğuk savaş, sistemi önemli ölçüde 1980’lerin sonlarına kadar götürmüştür. 1989’da Berlin duvarının yıkılması yeni bir çığır açmış ve onun beyaz dalgaları Arap Baharı diye tabir edilen olaylar düzlemine de etki etmiştir. Kısaca sistem kendi karşıtını kendi kriziyle birlikte oluşturuyor. Ama Bediüzzaman başta olmak üzere çeşitli düşünürler kapitalizm sonrasının mümkün olduğunu, kapitalizm sonrasının nasıl olabileceğine dair başlıklarını bir ölçüde anlatmıştır. Ama bunu bir şekilde formüle etmekten öteye gitmemişlerdir. Bunun nedeni de yaşadıkları çağın sıkıntısı. Çünkü ulus devletler sistemi vardı.
Peki bugün bu ulus devletler sistemi biterken, bu tür eylemlerle kapitalizm yıkılmaya yüz tutmuşken, Bediüzaman’nın formüle ettiği kapitalizm sonrası bir dünyayı adlandırabilir miyiz? Ayrıntılandırabilir miyiz?
Ben bunun mümkün olduğunu düşünüyorum. Bu alternatif sistemin geliştirilmesi çok kolay değil tabi ki. Bütün iktisadi, sosyal ve siyasi sistemler, kendi krizlerinde, kendi içlerinde başka bir sistemin ipuçlarını da ortaya çıkartırlar. Dolayısıyla bu ipuçları ancak insanlığın siyasi öngörüsü ve çabalarıyla mümkün olur. Bu anlamda ekonomi her zaman siyasetin az yoğunlaşmış bir biçimidir. Siyaset ekonominin yoğunlaşmış bir ifadesidir. Böyle olunca bugünkü ekonomik krizin aşılması ancak siyasi bir çaba ve siyasi bir ortak iradeyle mümkündür. Burada yine kapitalizm sonrası dünyanın ipuçlarını görmeye başladık. Bunun tartışmaları da yapılmaya başlandı. Örneğin geçenlerde dünyanın saygın ekonomi gazetesi Wall Street Journal, ABD’de isyana neden olan ekonomik krizin Osmanlı’daki ‘vakıf’ geleneğiyle çözülebileceğini yazdı. Bu benim için önemli.
Tarih tekrar edebilir mi? Geçmişte olmuş bazı deneyimler ve bir takım teorik anlatımlar bugüne ışık tutabilir mi?
Tutabilir, ama tarih bu anlamda birebir tekrar etmez. Geçmiş deneyimlerden etkilenerek yeni olanı yeni baştan ortaya çıkartır ve kurar. Böyle olunca Osmanlı vakıf sisteminin önemli bir işaret olduğunu, ama aynen tekrar edilemeyeceğini belki söyleyebiliriz. Peki ne olabilir bu? Tekelleşmeyen, insana yabancılaşmayan bir mülkiyet sistemi ve dolayısıyla insanların katılımının, emeğinin, çabasının değerlendirileceği, insanın kendisini en iyi ifade edebileceği kolektif alanlar oluşturulmalı. Kamusal alanların giderek artması ve kamusal alanlarda yeni demokratik deneyimler gibi. Bu demokratik deneyimler aynı zamanda ekonomik olduğu kadar siyasi olanı da bize anlatır. Bu anlamda kamusal alanların genişletilmesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Burada kamusal alan derken devlette ayırıyorum. Devlet başkadır, kamu ve kamusal alan başkadır. Kamusal alan bana göre, iradeyi sivil alanlara taşımayı, sivil toplumun örgütlenmesini ve ekonomik, siyasi, kültürel düzeyde örgütlenmesini anlatır. Ama devlet bu anlamda bir bürokratik mekanizma. Bu bürokratik mekanizmanın ideolojisi ve bu mekanizmanın giderek yaygınlaştırdığı kültürel normlar olarak devleti anlamak lazım. Kamu ile kamusal alan zannedildiği gibi devletle içiçe geçmiş alanlar değildir. Birbirinden çok ayrı, birbiriyle mücadele eden alanlardır. Bu anlamda kapitalizmin şimdiki krizi tekelci devlet kapitalizmine denk gelirken, tekelci devlet kapitalizminin çözülmesi ve bu çözülmenin kendi alternatifi olan kamusal alanlar oluşturarak tekelci devlet kapitalizminin gerilemesi bize mücadeleyi anlatır. Ve kapitalizm sonrası yeni dönemin işaretlerini de verir. Buradaki ilk işaret şudur; kamusal alanların oluşturulması, insanların bu alanlarda kendilerini bireysel olarak ifade etmeleri ve burada kolektif, toplumsal bir aklın ortaya çıkması.
Kapitalizm iktisat kitaplarında ifade edildiği gibi kıtlığa neden olan bir rejimdir. Çünkü tekelci bir sitemdir, sermaye devlet tekelinde ya da bireysel alanlarda temerküz eder. bu temerküzün sonucunda bir kıtlığın oluşması kaçınılmazdır. Kapitalizm kamusal alanları özellikle oluşturmaz. Kamusal alan yerine devlet iktidarını, bürokratik iktidarı öne çıkarır. O zaman bunun karşısında yeni alanlar oluşturulması lazım.
Peki bu yeni alanları hangi başlıklar altında toplayabiliriz?
Bugün baktığımızda üç temel başlık çıkarabiliriz. Birincisi yeme, içme, barınma. Yani insanın en temel ihtiyaçları. Bugün Afrika’ya bakıyoruz, insanlar açlıktan ölüyor. Ama öte tarafta tıksırıncaya kadar yiyen ve israf eden bir dünya var. Burada çok açık bir gelir eşitsizliği, adaletsizlik var. Bunu nasıl dengeleyebiliriz? Bunu kapitalizmin bugünkü haliyle dengeleyemeyiz. İlk atacağımız adım insanın en temel ihtiyacı olan, kendisini yarına vardıracak zaruri ihtiyaçların kamusal alanlara taşınmasıdır. Ve bu alanlarda hiçbir kayıt hiçbir şart olmaksızın insanların bu alanlara erişmesi, ücretsiz hale getirilmesidir. İnsanların bugün bunu yapacak kaynakları vardır.
Bugün finansal krizden başlayan kapitalizmin ciddi bir krizini yaşıyoruz. Yarın küresel krizden başlayan bu kriz eğer giderilemezse gıda krizinden başlayarak kapitalizmin bu krizi tekrarlanacak. Giderek zengin ülkelerde de insanlar açlıktan ölmeye başlayacak. Nitekim Dünya Gıda Örgütü’nün son raporları bize dünyada açlık sınırında olan insanların yalnız Afrika’da olmadığını, dünyanın çeşitli bölgelerinde de açlık sınırında olan çok ciddi bir nüfus olduğunu ortaya koyuyor. Dolayısıyla atılacak ilk adım yeme, içme, barınma gibi temel ihtiyaçları giderecek kamusal alanların oluşturulmasıdır. Devletten bağımsız, çeşitli sivil toplum örgütleriyle, çeşitli müesseselerle kamusal alanların oluşturulması, buralarda örgütlenmek ve kaynakları buraya aktarmak. Mesela bu anlamda vakıf meselesi önemlidir. Bunu Osmanlı yapmıştır ve başarılı olmuştur. Bugün insanların geldiği teknoloji, geldiği sosyal, iktisadi şartlar çerçevesinde bu yeniden derinleştirilip müesseseleştirilerek değerlendirilebilir.
İkincisi sağlık ve eğitim alanlarında kamusal alanların oluşturulması çok önemlidir. Burada da çeşitli deneyimler vardır. Bu deneyimleri, bu zenginliği bugüne taşımamız önemli. Dünya çapında bir genel dengeyi sağlayabilirsek mutlak olmayan ama giderek insanların insan onuruna yakışır bir eşitliğe doğru varmasını sağlayacak yolları açabilirsek pekala kapitalizmin içinde kapitalizm sonrası toplumun temellerini de atmış oluruz.
Üçüncüsü teknoloji ve bilgi. Teknolojiye ve bilgiye herkesin ulaştığı herkesin onu özgürce kullanacağı bir sistem oluşturmamız gerekiyor. Bunun olması sınırların kalkmasıyla olur. Yani fiziki sınırların ortadan kalmasıyla. Fiziki sınırların ortadan kalkması çok açık olarak ulus devletlerin ortadan kalmasıdır. Yani insanlık kuzeyle güney arasındaki farkın, doğuyla batı arasındaki farkın giderek ortadan kalktığı bir dünyaya ancak ulusal sınırları ortadan kaldırarak ulaşabilir. Bu da bir ümmettir. Ve bu anlamada İslam bir ulus devlete asla sıkışmaz. İslam’da milli olan bir şey yoktur. İslam ümmettir. Kim derse ki İslam milli yanlış der. Türk İslam sentezi diye bir şey olmaz. Bu anlamda dünya giderek sınırların kalkacağı, insanların bir ötekini bir sonrakini içine alacağı, bir sonrakiyle eşitleneceği arkandaki ile eşitleneceği önündeki ile eşitleneceği aynı sıraya geleceği bir hal alacak. Namaz da öyledir. Namazda safları sıklaştırırsın hep öne gidersin. İnsanlık bu modeli uygulayacaktır. Yan yana duracağız. Safları sıklaştıracağız. O halde insanlığın fıtratında ruhunda varmamız gereken ideal düzenin işaretleri var. İnsan toplumsal bir varlık. Dolayısıyla çok fazla arayış içerisinde olmamız gerekiyor diye düşünüyorum. Bütün evrendeki yaratılan her şeye aynı düzlemde aynı eşitlikte bakmamız ve bu anlamda sevgiyi çoğaltmamız gerekir. Bunu bir hamaset olarak söylemiyorum, bir iktisatçı olarak söylüyorum. Bu çıkışın varacağı dünya adil bir dünyadır. Her şeyin eşit paylaşıldığı insandaki farklılıkları gözeten, o farklılıkları kaldırmayan tam aksine o insanın bireysel farklılıklarını ortaya çıkartan, hiçbir zaman ötekileştirilmediği bir toplumsal düzen. Gerçek anlamda barış budur. Kapitalizm sonrası da budur.
Buraya varacak mıyız?
Ben insan aklının buraya varma konusunda çok önemli çabalar içerisinde olduğunu görüyorum. Aslında zulme karşı bütün ayaklanmalar, zulüm karşısındaki bütün direnmeler başka amaçları ifade etseler bile bu nihai hedefe varma doğrultusundadır.
Uzun yıllardır ülkede süregelen gelir dağılımı dengesizliğini, işsizliği ve ekonomik politikaları protesto eden göstericilerin zamanlaması bize neyi işaret ediyor?
Zaman önemli bir soru. Neden önemli? Kapitalizmin çeşitli dönemlerde krizleri olur. Kapitalizmin doğası bu, krizleri üreterek kendini yeniler. Ve dolayısıyla kapitalizmin krizsiz dönemleri kriz içerisindeki dönemlerinden daha azdır. Ama kapitalizmin bu krizi eski krizlerinden çok farklı. Bu kriz yalnızca ekonomik bir değişimi anlatmıyor bize. Teknolojik sektörel yenilenmeyi anlatmıyor. Kapitalizm her zaman krizlerinde bir önceki sermayeyi yapan teknolojiyi, finansı ve bunun alt kademelerini yeniler. Bunu yenilemek için de bir öncekini değersizleştirir. Ve dolayısıyla krizi aşar. Eskileri atar, yenileri getirir. Eskilerini atarken birçok şirket, birçok müessese eski teknoloji ile hareket eden birçok yapı batar. Her zaman bir paylaşım savaşı olur. Savaşlar çıkar, insanlar ölür. Bu dönüşümler krizlerin bir sonucudur. Ama bu sefer kapitalizm bu sermaye değersizleşmesi ve buna bağlı yenilenmeyi yalnızca iktisadi düzende yapmıyor, siyasi düzende de yapıyor.
Ahir ömrümüzde görebileceğimiz değişimin tam ortasındayız. İnsanlık tarihinde böyle dönemler olmuştur. Ve o dönemim içinde olan insanlar böyle büyük değişimlere şahit olmuşlardır, onlar şanslı insanlardır. Biz de bu dönemde bu değişimlere şahit olduğumuz için şanslı insanlarız.
Ortadoğu’da diktatör ve baskıcı rejimlere yönelik tepkiler, Amerika ve Avrupa devletlerinde ekonomik anlamda refah kaybı üzerinden mi baş gösteriyor? Arap Baharı’nın bu protestolarda bir etkisinin olduğunu söyleyebilir miyiz?
Avrupa’daki dönüşümün, Avrupa’nın krizinin Ortadoğu’daki izdüşümü nedir? Arap baharı. İkisi birbirinden ayrı değildir. Peki, Ortadoğu’nun sınırlarını kim çizdi? Birinci dünya savaşında İngiliz emperyalizmi. İkinci savaş sonrası İsrail’i oraya yerleştiren Amerikan emperyalizmi. 1923 ve sonrasında Türkiye sınırlarını kim çizdi? Ortadoğu’nun sınırlarını kim çizdiyse o. İngiliz emperyalizmi. Türkiye misakı milliye sınırları içerisinde mi kaldı, hayır. Artık bu sınırların geçerli olmadığı bir döneme girdik. Kaddafi öldürüldü. Kaddafi sonrası nasıl olacak diye konuşuyoruz. Kimileri Kaddafi sonrasının iyi olacağını nerden biliyorsunuz diyor. Ama şunu biliyoruz; bugün ne olursa olsun Libya halkı, petrol zenginlikleri için, yer altı ve yerüstü zenginleri için tekel emperyalinin karşısına oturabilecek. Petrol tekellerinin kaşısına bir diktatör oturmayacak. Libya halkı kendi zenginlikleri için pazarlığa kendi oturacak. Ve bu zenginliklerine sahip çıkma fırsatı doğmuştur. Bu fırsatı yakalamaları da çok önemli bir kazanımdır. Bunun devam etmesi lazım. Ama şunu unutmamak lazım her siyasi hareket, her siyasi yenilenme geriye de gidebilir. 1789’da Fransız devrimi olmuştur. Ama ondan sonra III. Napolyon diye bir adam gelmiştir. Çok gerici bir restorasyon sürecini hayata geçirmişlerdir. Fransa’da hem bütün Avrupa’da bürün Avrupa’ya karşı gerici bir savaş açmıştır. Ve dolayısıyla Avrupa siyasi ve ekonomik bir krizde başetmek zorunda kalmıştır. Binlerce insan ölmüştür. Bunlar da olabilir. Ama şu anda çok önemli bir fırsat üzereyiz. Ve bu anlamda ikinci savaştan sonra Ortadoğu’nun sınırlarını çizen Amerika’ya dayalı tekelci devlet kapitalizmi olsun yine ondan önce birinci savaştan sonra Ortadoğu sınırlarını çizen ve Kaddafi gibi, Mübarek gibi diktatörleri baas rejimleri yaratan İngiliz emperyalizmi süreci olsun bugün çok büyük bir krizle karşı karşıyadır ve çözülmektedir. O zaman Ortadoğu’da bu sınırlar artık geçerli değildir. Türkiye gibi eksen ve güçlü ülkeler bu sınırlar üzerinde, Ortadoğu’nun yenilenmesi üzerinde artık belirleyici olmalılardır. Dolayısıyla Wall Street’teki gösterilerde Ortadoğu’daki Arap Baharı arasında bu anlamda çok güçlü bir bağ vardır. Bugün krizde olan Avrupa ve Avrupa’nın oluşturduğu Ortadoğu değişiyor. Bir tarafta ekonomik kriz, diğer tarafta siyasi bir krizle karşı karşıyayız.
Kapitalizmin bu krizden çıkmak için attığı her adım tıpkı bataklığa düşmüş, bataklıkta çırpınan ve giderek batan bir insanı anlatır. Kapitalizmin bu krizden çıkması kolay bir durum değil. Ancak kendi alternatifini yaratan bir takım dinamiklerle kapitalizmin yavaş yavaş aşılacağı bir sürece gireceğiz. Ve o süreç insanların önüne yeni fırsatlar çıkartacak. O fırsatlar krizin aşılması doğrultusunda da güçlü adımlar olacak. Bu anlamda kapitalist sisteme alternatif bir sistemin kapitalizmle birlikte bir müddet yaşayabileceğini de söyleyebiliriz. Yani kapitalizm olacak ama onun alternatifi başka yaşam biçimleri, başka iktisadi yapılanmalar birlikte olacaklar. Nitekim bunun ipuçlarını da görüyoruz. Yalnızca Ortadoğu’da son on yılda Hamas gibi, ihvan gibi yapılanmaların ortaya çıkması yalnızca siyasi bir tepki, bir durum değildir. Bunlar aynı zamanda başka bir iktisadi, sosyal nizamı da bize beraberinde anlatıyorlar. Bunlar çok önemli taktiksel adımlar. Bu anlamda Ortadoğu’da gerçek anlamda İslam’a dayanan hareketler doğrudan bürokratik iktidarı hedeflemiyordur. Daha yaygın, daha toplumun kalbine giden, daha dayanışmacı ve bugünkü burjuva demokrasisini de aşacak yeni bir demokrasiyi anlatan bir iktidar hedefliyorlar. Buna tam iktidar diyemeyiz, bir başka sistem diyebiliriz.
Arap baharında iktidarın, Amerikan kapitalizminde ise servetin tekelleşmesi söz konusu. Talep edilen gerçek ekonomik değişim yaşanır mı?
Tabi ki Ortadoğu’daki gibi olmaz. Ortadoğu’daki rejimler otokratik rejimler, kapalı rejimler. Ama Amerika ve Avrupa’daki rejim esasında bir burjuva demokratik devrime dayanan ve bunun sonucunda gelişmiş ve temelleri sağlam rejimler. Ciddi temeller üzerine oturtulmuş. Dünyada üç büyük burjuva devrimi olmuştur. Birincisi Fransız burjuva devrimidir. İkincisi İngiltere’dir. Üçüncüsü Amerika’dır. Bu üç büyük burjuva devriminin çok ciddi arka planı vardır. Tarihsel, kültürel ve sosyolojik. Dolayısıyla batının sisteminin, bir takım gösteriler ve ayaklanmalarla sarsılması, devrilmesi şuan mümkün değil. Bunu söyleyerek küçümsemiyorum bu eyleri. Ama bu ayaklanmaların kapitalizmin kalbinde çok önemli gedikler açabileceğini ve başka alternatif bir toplumun alanlarını bize işaret edeceğini söylüyorum. İslam burada önemli bir olgudur. Kendisi içerisinde içkindir. Sol bir İslam anlayışı olmaz. İslam insanların şimdiye kadar geliştirdiği bütün anlayışları, bütün arayışları içinde barındıran bir zenginliktir. İslam’ı sağ ya da sol olarak ifade edemezsiniz. İslam İslam’dır. Bu anlamda insanlık için, insanların tanıdığı, insanlığı kucaklamayı amaçlayan son ümmet dini olması itibariyle çok önemli bir şahsı vardır kapitalizm sonrası iktisadi, sosyal sistemin arayışında ve onun bulunmasında. Değişimin en temel alanlardan bir tanesi doğu, Ortadoğu, Kuzey Afrika ve de Türkiye hinterlandıdır. Andre Gunder Frank kapitalizmi eleştiren en önemli iktisatçılardan ve siyaset bilimcilerden biridir. Andre Gunder Frank’ın en önemli eseri de Re-Orient’tir. (Yeniden Doğu) Frank der ki, insanlığın tarihinin büyük bir kısmı batının sokak lambalarının ışığı altında yazılmıştır. Şimdi biz yeni bir insanlık tarihi yazacağız. Sokak lambalarının ışığı altında değil, güneşin doğduğu doğudan başlamak üzere, güneşin ışıkları altında.
ABD’nin Ortadoğu’daki olaylara paralel olarak liderliğinin zayıfladığı tartışılıyor. ABD çağının sonu geliyor diyebilir miyiz?
Tabi diyebiliriz. Amerikan hegemonyasının sonuna geldik. Tekelci devlet kapitalizminin sununa geldik.
TOBB Başkanı ve İslam Ticaret ve Sanayi Odası Başkanvekili Rifat Hisarcıklıoğlu, İslam Kalkınma Bankası heyeti ile Cidde'de bir görüşme yapmış ve bu arada şunları söylemişti: "48 en az gelişmiş ülke arasında 22 İslam ülkesi var ve en zengin İslam ülkesi ile en fakir İslam ülkesi arasındaki gelir farkı 220 kat. Bu beni rahatsız ediyor."
Bu bağlamda İslam dünyasındaki bu eşitsizlik nerden kaynaklanıyor?
İslam aslında dünyanın doğusunda daha fazla tezahür etmiş. Orada kendisine yer bulmuş ve temellenmiştir. Ve bu anlamda kapitalizmin gelişmesi batının hakimiyeti söz konusu olmuştur. Ama bu mutlak bir hakimiyet değildir. İslam ülkeleri esasında doğuda olmaları itibariyle de yoksulluğa önemli ölçüde mahkum olmuşlardır. İslam ülkeleri batının tayin ettiği diktatörlüklerle yönetilmişlerdir. Saddam kanıyla kuranı kerim yazmıştır, ama Saddam bunu yaparak İslam’ı Müslümanlığı kullanan ilk kanlı diktatördür. Ve bunun gibi diktatörler ama paradoksal bir şekilde yine batının alaşağı ettiği diktatörlükler iktidardayken İslam’ı kullanmışlardır. İslam’la alakaları yoktur. Kaddafi’nin de yeşil kitabı vardır. Kitabında birtakım İslami referanslar verir ama kesinlikle İslam’la alakası yoktur. İslam diktatörler ve ulusal sınırlar ve zulüm üzerine kurulmaz. O zaman İslam toplumlarının yoksulluğu batının tayin ettiği diktatörler ve onarlın getirdiği sistemler yüzünden olmuştur. Bu şimdi aşılıyor. Bu anlamda ciddi bir uyanış var. İlk önce bu toplumlar kendi içlerindeki yoksulluğu ve adaletsizliği giderecekler. İslam’ın va’z ettiği bir iktisadi sistemi kurma konusunda önemli adımlar atacaklar. Bunun olmaya başlaması esasında dünyadaki geri anlamdaki gelir dağılımını ve ülkeler arasındaki eşitsizliği de gidermeye başlayacak önemli bir adımdır.
Güncel anlamda ifade edecek olursak bazı İslam ülkelerinin çok zengin olmasını. Bazı İslam Ülkerli petrol zenginidir. Ve şeyhler aileler tarafında yönetilmektedir. Bu hakimiyet İslam’ın va’z ettiği bir iktidar biçimi değildir. Petrol zengini olan ailelerinin, şeyhlerin, kralların servetlerinin dağılması lazım. Bu da bence Arap baharının devamında olabilecek bir şey.
Yeni asya