''Diller de din diyanet sahibi olurlar''

"Türk Milletine karşı mesuliyet hissetmeyen hiç kimse Türkçe şiir yazamaz. Bunun istisnası yoktur" diyen şair Süleyman Çobanoğlu , "Ben 'sağcı' bir adamım" dedi.

ABONE OL
GİRİŞ 01.03.2012 15:08 GÜNCELLEME 01.03.2012 15:08 RÖPORTAJ
''Diller de din diyanet sahibi olurlar''

İbrahim Tenekeci’nin röportajı

1976 yılında, 1910 doğumlu dedenizin sandığını buluyorsunuz. İlk sorumu buradan sormak istiyorum: Neler vardı o sandığın içinde? O sandığı sizin için bu kadar kıymetli yapan şey nedir?

Sandığını içinde bir Envar’ül Aşıkîn vardı. Sonra, Topkapı Sarayı'ndaki mukaddes emanetleri anlatan siyah beyaz, kötü baskılı bir kitap. Bazı sayfaları, ekşi hamurla, özenle yapıştırılmıştı. Tatlı Dil mecmualarını hatırlıyorum. Kıbrıs Savaşıyla ilgili gazete nüshaları, muhafaza edilen manşetler... El yazması bir iki çoğaltma eser, muhtemelen bir Kara Davut, orta mektebi bir türlü bitiremeyip de arka kapıdan kovulan amcamın Almanca-Türkçe Sözlüğü ve başka birkaç kitap...

Sandığın içinde ne vardı? Doğru cevap sanırım şudur: Sandığın içinde, yüzyıllardan tevarüs edilen bir dikkat, bir hürmet, bir istikamet vardı. O el yazmasının, kış geceleri nasıl özenle çıkartılıp, nasıl bir ciddiyet ve huşuyla okunduğunu ben unutamam, benim gibiler de unutamaz. Bu, milleti millet yapan şeyin ta kendisiydi. Din diyanet dediğin şeyin, senin histerik kaprislerin değil, kestiğin reçete değil, bulduğun formül değil; içtiğin su ve aldığın hava olması. Yaşamanın ta kendisi olması. Büyüyüp bu yaşa ermemizin hikâyesi, aslında neyi yitirdiğimize şehadet ettiğimiz bir tarihçe.

Sandığın içinde, mektep şehadetnamesini (diplomasını, ki o şehadetname de o sandıkta idi o zamanlar) "Konya Sancağından alan bir Abdülhamid çocuğunun dünyası, o dünyanın hülasası vardı. Ama aynı zamanda, Cumhuriyet Türkiye'sine duyulan inanç, ümit ve o Türkiye'nin arkasında durmaya, onu görüp gözetmeye dair azim ve karar vardı. Kıbrıs Gazası'nı anlatan gazete haberlerinin Envar’ül Aşıkîn ile aynı yerde, koyun koyuna durmasını, nevzuhur İslamcı taife de, Evropa'nın karanlık sularına bandırılmış yeni adam tipi de anlayamaz; anlasa bu işler böyle olmaz. Kıbrıs Savaşı'na "gaza" diyen benim, Evropa'nın suyuna karanlık diyen Rimbaud'dur.

İmdi; yazgı eğer karşıma dedemin değil de babamın sandığını çıkarsaydı, ayvayı yemiş olacaktım. Onunkisi, tipik bir "memurin" bohçası idi: Mavi bandrollü cigaralar, kalem, çakmak, fotoğraf, vesair. iki sandık, iki devri simgeler, iki devri, iki adam tipini. Hülasası şu: Dedem Abdülhamid'in evladı idi, babam İnönü’nün. Biz Demirel'e bile üvey kaldık.

Devlet Parasız Yatılı okudunuz. Parasız yatılıyı anlattığınız "Kulplu Beygir" şiirinizde "Ben o Ahmet Rasim'e özendim de geldimdi" diyorsunuz. Şu cümle de sizin: "Ahmet Rasim'in gıcır gıcır papuçlarına aldanarak Devlet Parasız Yatılı oldum." Ahmet Rasim ve Süleyman Çobanoğlu; bunu biraz açabilir misiniz?

Okul kitabındaki bir okuma parçasına dayanır o. Ahmet Rasim'in, yatılı okula verilişi ve ilk gününü anlatan bir pasaj. Defalarca okuduğumu, büyük heyecanlara kapıldığımı hatırlıyorum. Ufkumuzun ilçe merkezine bile hayli uzak olduğu zamanlar. Arkası brandayla kapatılmış öksürüklü bir kamyonla bir saatlik yol gitmenin bile, günlerce anlatılan devasa bir macera addedildiği zamanlar. Dolayısıyla, bir adam, bir "büyük adam" olmak hülyası içindeysen, yapacağın şey Ahmet Rasim'in yaptığı şey olmalıydı.

Şimdi okullardan söz ederken, "kimin okulu" olduğunu konuşuyoruz. Daha doğrusu, okuldan ziyade dersaneyi, "kârhane"yi konuşuyoruz. Küçük Amerika olmaya can atanlar zil takıp oynayabilir, bu eğitimle başka bir şey olmamız mümkün değildir çünkü. Bunu neden söylüyorum; şundan: Yeni Türkiye, Amerika'dan süt tozu ve un hibesi kabul ederken bile, beni Allah'ın dağından alıp, Ankara'nın taş mektebine paraşütle bırakmaya muvaffak oldu. Sonradan nakil olduğum Afyon Lisesi'nin kütüphanesini gördüğümde nefesim kesilmişti. O okullar, okursak bir şey olacağını, Türkiye'nin makus talihini alt edebileceğimizi bize telkin eden okullardı. Ankara Atatürk Lisesi'nde, okul iaşesi için margarin kuyruğuna girdiğimizi, petrol sıkıntısı yüzünden bitlendiğimizi derhatır ederek söylüyorum bunları. Şimdi okul bahçelerinden "tweet tweet" sesleri yükselirken, "copy-paste"  ödevleri muntazaman yapılırken, yer gök üniversite olmuşken... Uzatmayayım: Kredi kartı müşterileri yetiştiriyoruz, adam değil.

Artık şiire geçebiliriz. 1990 yılında, henüz 23yaşındayken, "İlhama Şiir"le Türk Dil Kurumu Şiir Ödülünü aldınız. Aynı yılın mayıs ayında, Dergâh dergisinin üçüncü sayısında da "Lamba" isimli şiiriniz yayınlandı. Anladığım kadarıyla 1990, şiiriniz için belirleyici bir yıl olmuş. Peki, Dergâh dergisiyle nasıl buluştunuz?

Dergâh dergisinin çıkacağı ilan edilince, tuttum birkaç şiirle beraber dergi idaresine bir mektup yazdım. Cevap Mustafa Abiden, Mustafa Kutlu’dan geldi. Ankara Kavaklı-deredeki Dil Kurumu ödül merasiminden sonra ilaç gibi gelen bir münasebet oldu bu. İman tazeledim, motive oldum, ilk yayınlanan şiirim "Lamba" oldu Dergâh'ta. Ben hâlâ "Dergâh Şairi" olmayı bir iftihar vesilesi sayarım. Orada, büyük emeklerini fisebilillah sarf eden büyük adamlarla tanıştım.

1990 yılında şiir yayınlamaya başladınız ve ilk kitabınız Şiirler Çağla, Temmuz 1995'te, Oğlak Yayınlarından çıktı. Doğrusu, yayınevi tercihiniz bizi çok şaşırtmıştı. O ilk kitabınızın heyecanını ve hikâyesini bizimle paylaşabilir misiniz?

Öyle yayınevi yayınevi dolaşmadım. Elimdeki dosyanın yayınlanmaması garip olurdu. Sadece şu oldu: Bir gün Mustafa Özel, "ne yapacaksın bu şiirleri" diye sordu, yayınlamak niyetimden bahsedince de, "filanca yayınlarıyla benim irtibatım vardır, bir konuşayım onlarla" dedi. Sonra sağ olsun, Mustafa Abi "feşmekan yayınlarının yayın programının dolu olduğu" bilgisini biraz da adamlara kızmış olarak verdi. Ben ertesi gün kararımı vermiş olarak Oğlak Yayınları'nın bilmediğim adresine gittim, hayatımda daha önce hiç görmediğim Raşit Çavaş ve Senay Haznedaroğlu'yla tanıştım, dosyayı verdim. Ve yayınlandı. Bu tafsilatı neden verdim? Çünkü bunun şu ana kadar bir istisnasını görmedim: "Ecmain Mahallesinde insan gökten yağar, sürüsüne bereket, zibil gibidir ve diğer mahallelerde bir tur atıp dönmedikçe herhangi bir kıymeti haiz değildir. Feşmekan yayınları benim kitabımı basmak zorunda mı? Hayır, elbette değil. Ama feşmekan yayınları, Türk Şiiri'ndeki her kımıltıya kulak kabartmak zorunda. Raşit Çavaş, o kımıltıyı kamilen duymuştu.

Şiirle münasebetiniz, "bir aşk ilişkisi "ne benziyor. Zaten siz de, şiir bahsi açıldığı zaman, sıklıkla Yusuf ile Zeliha örneğini veriyorsunuz. Yirmi yılı aşkın bir zamandır, *Türk şiirinden sorumluyum" diyerek geçidi beklemeye devam ediyorsunuz. Sıkıldığınız anlar hiç oldu mu?

Bende hakim olan his bu, evet. Türk Milletine karşı mesuliyet hissetmeyen hiç kimse Türkçe şiir yazamaz. Bunun istisnası yoktur. Sadece Milletin hazırdaki vaziyeti değil söz konusu ettiğim şey: Şairim diyorsan, bidayetten buraya, bu milletin söylediği her esaslı söz, attığı her esaslı temel ve bina ettiği her esaslı eserle, bu milletin istikbalinin bitiştiği noktada duruyorsun. Cahit Sıtkı, "Türkçe'nin ses vekaleti bizim uhdemizdedir" diyor. Bu, tam da bu demek.

Yunus Emre'ye karşı büyük bir kalbi muhabbet beslediğinizi biliyoruz. Bir söyleşinizde, dilimizi İslam yapanların başında Yunus Emre'nin geldiğini söylemiştiniz. Şiirler Çağlanın ilk şiirinde "Büyük şiir kuranlar bir ayna bıraktılar" dizesi var. O aynaya bakınca, kendinizin dışında, kimleri ve neleri görüyorsunuz?

Tekrar söylüyorum: Diller de insanlar gibi din diyanet sahibi olurlar. Türkçe, bizim dilimiz, Yunus Emre'nin huzurunda diz çökerek Müslüman olmuş; içinden şüpheyi kaldırmış, tam bir itminan ve teslimiyetle İslamlaşmıştır. Yunus Emre, şiirlerden bir şiir, şairlerden bir şair değildir. Yunus Emre, dokundukları her şeyi "emekçi-hümanist ve özgürlükçü" yapan evlere şenlik solcuların düşündüğü şey değildir; Yunus Emre mıyır mıyır ilahiler, defler, boynu buruk neyler değildir; Yunus Emre devletli takımının turistik figürü, lüzumsuz belagatin bir satırı hiç değildir.

Yunus Emre'yi, "şiir yazan şairler" bile "elde var bir" zannederler. İşte canım, ne olacak, "şal cennetin ırmakları" diyen derviş baba... Hayır. Yunus abidesinin üstü, yüzyılların selleriyle taşınmış çöl kumlarıyla örtülü. Yunus'a nüfuz edebilmek, Yunus'u tekrar bizim kılabilmek için daha çok kazmalar vurmak, daha çok tırnaklamak gerekiyor. Bugün, Yunus, milletin bilinçaltında ne kadarsa, o kadar kalmıştır. Kimse kendisini Yunus mihengine vuramıyor; çünkü o cesaret ister, yiğitlik İster. Yunus'un ecnebi hayranı, Budist kılıklı ikoncan muhipleri yok çünkü. Niye gündemimizde olsun canım, Risaletun Nushiyye niçin başucumuzda olsun?!

Ülke televizyonunun "en sevdiğiniz şiir hangisidir" sorusuna "Sessiz Gemi" cevabını verdiniz. Yine, Yahya Kemal'in "Ok" şiirinde geçen "Eğerçi bellisin benim katımda" dizesini bir şiirinize başlık olarak kullandınız Yahya Kemal'i sizin için bu kadar kıymetli yapan şey nedir? 

Sanırım "Sessiz Gemi", bizzat Yahya Kemal'in bile sevdiği şiirler içinde ilk sırada değil. Ama benim için böyle. Neden? Basit bir sebebi var: "Sessiz Gemi", size sadece şiiri verir. Sizi olağanüstü bir hassasiyet ve haşyet içinde bırakır ve birer. Dolaysızdır. Şiir tekniği itibariyle de, tam benim meşrebimdir: Sanki tunçtan oyulmuş gibi sağlam bir tipografiyle bakışır kalırsınız. Bir duyuşu, bir hâli, zaman ile mukayyet olmayan bir insanlık durumunu, size tam ve eksiksiz olarak aktarır ve yaşatır. Öte yandan, "Sessiz Gemi", şiire hayatlarında yer açmış, kendi ahvalini şiirle tasvir eden insanların Türkiye'sinden kalan en bariz hatıralardan biridir benim için. Kesinlikle büyük bir şiir. Yahya Kemal'e gelince; o bir müessesedir. Hepimiz için, bir tür kaba gölgeli kervansaray. Yüzyılların oyulmuş taşlarından yapılmış, hem ısıran, hem serinleten bir kervansaray. Bir köşesinde Gazi Alparslan Han dinlenir, öbür köşesinde, "ok atan ihtiyar Bektaş subaşı" hatıratını anlatır. Hayatım boyunca, beni en çok heyecanlandıran şey şu oldu: Bir gün, bir şiir mecmuasında, bu büyük, ama gerçekten büyük adamların sayfalarından sonra, benim de bir satırım olur mu?! Yahya Kemal, onlardan biridir.

Bir de Behçet Necatigil var. "Necatigil tatlı bir hatıra değildir"diyen de sizsiniz. Yahya Kemal ve Behçet Necatigil'i Birinci ve ikinci Yeninin önüne koyu¬yor gibisiniz. İsmet Özel'in sizin için kullandığı 'geri geri çıkmak" ifadesi, bunu anlatıyor olabilir mi?

Bunu söyledim. Söyledim, çünkü, Necatigil'i "küçük evlerin, küçük memurların, küçük duyarlıkları" şiiri sayan hazırlopçu bir aymazlık hâlâ çok yaygındır. Yardımcı edebiyat kitaplarına mahsus bu basmakalıp yargıyı, pek çok kazık kadar şair-den, edebiyat adamından da işittik. Necatigil, bana Türk Şiirinde en derin metafizik heyecanları yaşatan büyük bir şair. Ben çünkü, büyük şiir denince sayfalarca süren "çoksesli" şiirleri anlamam. Çünkü ben, Ulvi Cemal Erkinin bütün orkestra külliyatına, bırakın Dedeyi, Osman Nihat Akın'ın en zayıf şarkısını dahi değişmem. "Anıt Şiir" ile "Büyük Şiir 'i karıştırmamak lazımdır.

Geri geri çıkmak meselesi hayli yazıldı, konuşuldu. Hayret ederim de sadece şuna ederim: İslamcı şair mi, muhafazakâr şair mi, adına ne diyorsanız; en çok da onların taaccübüne hayret ederim. Ne yani beyler, şiirde atılım üstüne atılım mı yapacaktınız? Yeryüzünde, bırakın Müslüman olmayı, asalet sahibi olan her kişinin geri geri yürümekten gayri bir yolu mu vardır? Biz, "Rûmun çelengini düşürüp Frengin serini yere eğerken", bize iç çektiren, bizi hüzünlere gark eden tek şey, halimizi maziye irca erme derdiydi. Geriye, esasa giden yolu aramaktı ömrümüzün birinci gayesi. Nazım Hikmet, neft yağına batmış Bakü’ye, çelik putrelleriyle firavun ehramları gibi duran beton yapılara bakarak aşka gelebilirdi, geldi de. Ama dünya hayatını Che Guevara karındaşlığından ibaret saymayanlar için, böyle bir şehvet söz konusu değildir.

Çıkmazınızla çok yaşayın. Cemal Süreya "folklor şiire düşman" dedi diye bütün "folk"un üstünü bir kalemde çizen ben değilim. Edip Cansever'i "büyük şair" sanıp da, Necatigil'i tatlı bir meyhane hatırası addeden hamakattan da ben sorumlu değilim.

Şiir üstüne poetik metinler yazmak yerine, şiiri şiirle anlatma yolunu tercih ettiniz. "Bazı şiirlerimin başlangıç noktası, şiirin bizzat kendisidir" diyorsunuz. Bu yönünüzle, Yahya Kemal, Asaf Halet Çelebi gibi şairlere benziyorsunuz. Şiir ve şair üstüne yazı yazmamanızın özel bir nedeni var mı?

Çokluğu sevmem. Külliyatları, şerhleri, birbirinden üreye üreye çoğalan laf yığınlarını sevmiyorum. Bir tutumun, bir disiplinin örneğini vermeye çalıştım: Neydi o? Şu: Şiir üstüne fırtına koparacağına, ikide bir poetikalar yumurtlayıp sonra onu tashih için yenisini icat edeceğine, gel mübarek bir şey yap. Bir şiir yaz. Bir şiir söyle. Teorik husumetler yerine bunu yap. Ayrıca, bunu "Türk" bulmuyorum. Hele "şairane" hiç bulmuyorum.

Bazı şiirlerimin bizzat şiirden gelmesine şaşmamalı. Samimiyetle inanıyorum ki, yaşadığımız zamanda, bu çağda ve bu günde, yüzü sivilceli bir oğlanın şair olmaya karar vermesi, bir liselinin defterine iki mısra yazması, bir şairin şiire davranması, klasik edebiyatımızın suya inen ahuları kadar, anka kuşu ve melekler kadar harikulade bir durumdur. Az bulunur, harikadır ve tam anlamıyla istisnadır. Bu, bugün için şiirsel bir meseledir de.

 İtibar’ın Mart sayısında da önceki sayıda olduğu gibi iki ayrı söyleşi yer alıyor. İbrahim Tenekeci’nin Süleyman Çobanoğlu ile yaptığı söyleşi dışında Furkan Çalışkan da Ali Görkem Userin ile ilk kitabı Kral Yolu ve eleştiri anlayışı çevresinde bir söyleşi gerçekleştirmiş.

Userin’in söyleşisini İbrahim Tenekeci’nin “Kral Yolu’na Girmeden Evvel” başlıklı yazısı izliyor. Tenekeci bu yazısında sadece Kral Yolu’nu değil 90’lar ve 2000’ler boyunca Türk edebiyatında eleştirinin hallerini de resmediyor.

Ardından yine Tenekeci’nin Furkan Çalışkan’ın ilk kitabı Kabahatler Kanunu’nun ertesinde yayınlanan beş şiiri üstünden Çalışkan şiirinin seyrini kaydeden yazısı geliyor. Bu sayıdaki diğer kitap inceleme yazıları ise Suavi Kemal Yazgıç’ın Ömer Erdem’in yeni kitabı Kör’e dair yazısı, Ahmet Edip Başaran’ın Fatma Barbarasoğlu’nun Sözüm Söz’ü hakkındaki yazısı ve Murat Saldıray’ın Ercan Yılmaz’ın Rüya Kasrı’nı ele aldığı yazısıdır. Ahmet Murat bu ay ikincisini yazdığı Bugünlerde Şiir köşesinde üç yeni şiir kitabını (İbrahim Tenekeci’nin Kimsenin Kalbi, Ahmethan Yılmaz’ın Sokaklar Açmak ve Mehmet Said Aydın’ın Kusurlu Bahçe kitapları) ve bir poetik eseri (Ahmet Güntan’ın şiirgeldikelimedeboğuldu’su) yorumluyor.

Abdullah Harmancı’nın Dergilerde Öyküler bölümünde bu ay masaya yatırdığı dergiler ise Üçüncü Mevki, İskele, Mavi Yeşil, Türk Edebiyatı, Notos Öykü ve Dergâh. Osman Konuk bu ay da Küllük’ünde biriktirdiği hayattan kesitleri ve şiir parçacıklarını aktarmayı sürdürüyor. Hüsrev Hatemi de Mevlana yazılarına kaldığı yerden devam ediyor.

Mustafa Akar, Alper Gencer, Cevdet Karal, Said Yavuz, Furkan Çalışkan, Selahattin Yusuf, Nurettin Durman, Muzaffer Serkan Aydın, Fatih Muhammet Atasever, Uğur Erden, İbrahim Sarışın, Nurcan Toprak ve Ercan Yılmaz Mart sayısında şiirleri yer alan isimler. İtibar’ın bu sayısında yer alan ilk öykü olan Köçek, usta öykücü Rasim Özdenören’e ait. Dergiye öyküleriyle katılan diğer iki isim ise Kâmil Yeşil ve Mehmet Kahraman.

Hüseyin Akın, Osman Toprak ve Yusuf Genç, İtibar‘ın fikriyat yükünü omuzlayan isimler. Mehmet Şahinkoç şiir, Serdar Arslan ise sinema yazılarına bu sayıda da devam ediyor.

"Cenab-ı Hakk'ın ilhamına güvenirim. ilham, hiç ocaktan indirmememiz gereken bir meseledir. Çünkü şiirin peşinden çıplak gitmek zorundasınız" diye konuşmuştunuz. Özellikle 'çırılçıplak gitmek' meselesini merak ettim. Bunu biraz açmak ister misiniz?

İnsan kısım kısım, yer damar damar denmiş. "Herkes reyinde hür" derdi dedem. Demek ki, duyuşunla, düşünüşünle, meşrebinle, fırkalardan bir fırkaya yakınsın. Bir insana öbüründen daha fazla benziyorsun. Ben "sağcı" bir adamım. Kelimenin asli ve müspet anlamıyla sağcıyım. Kralın sağ ya da sol tarafında oturduğum için değil, çünkü hamdolsun, hiçbir kralın tebası olmadım. Ama sağcıyım. Çünkü dünyayı hukuk mukavelesinden, iktisadi reçetelerden, pay ve taksim doktrinlerinden, vatandaşlık ve tarafgirlik mülahazalarından ibaret görmüyorum. Defterimin sağımdan verilmesini umuyor, sağ adımımı atıyorum. Milletin canlı bir uzuv olduğunu, dünü, bugünü ve yarını olduğuna inanıyor; Allah'ın bizi millet kılmak için bahşettiği her şeyi ne pahasına olursa olsun muhafaza ve sonraya devretmeyi hayati önemde buluyorum. Duçe ve Führer İngiliz kralıyla kavgaya tutuştular diye herhangi bir adla, yaftayla çağrılmayı da kabul etmiyorum. Öte yandan, "hem İslamcı hem solcu", "hem dindar hem liberal", "hem Hanya hem Konya" olanları da acıklı bir kumpanyayı seyreder gibi seyrediyorum. İbni Arabi'de hikmet aranırken, AİHM'de adalet bulunabileceğine inanmıyorum. İnsanlar, ağızlarında bu laflarla, Rudyard Kipling'in öykülerinden fırlamış Hindu hizmetkarlar gibi görünüyorlar. Ben o urbaları giymek istemiyorum. Yeni anayasa yapılıyor; "müsavat fî'l hukuk" diyen adamın, "müsavat fiş-şeref'ten haberi yok.

Bunları niye söylüyorum? Çünkü işiniz, onu nasıl adlandırırsanız öyledir. Şehbenderzade'nin hikâyesindeki adam, "bir ahenk edelim bakalım" diyor; Artaki Candan ya da Sadettin Kaynak herhalde "meşk" diyorlardı; oysa bugün Taksim barlarında "müzik yapılıyor." Sen hangisisin? Müzik mi yapıyorsun, meşk mi ediyorsun? Enstrüman mı çalıyorsun, sazende misin?

Hayatım boyunca, "ilham" dediğin şeyin refakati olmaksızın hiç bir şiire kalkışmadım. Eğer yazdığım şiir için bu kavramı kullanmasaydım, hayatımda inandığım, beni bütün kılan her şey, tüm umdeler havaya uçardı. Fransız "ilk mısra tanrıdan" deyince havalı bir şey tabii. Ama siz "ilham" deyince, hah diyorlar, şimdi mani söyleyecek. Tamam, ben de mani söyledim işte.

Hudayinabit'le ilgili de birkaç soru soralım. Birinci kitap ile ikinci kitap arasında, pek alışık olmadığımız bir zaman farkı var. Tanı on dört sene. Niçin bu kadar çok beklediniz ve beklettiniz?

Acelem yoktu ki. İçime sinene kadar bekledim. Kitaba bakıp, "tamam, bu kitap oldu" demelisin. Bir bütünlüğe ulaşma meselesi. Çoğu şiiri de dergilerde yayınlamadım. Biraz, kitap öksüz kalmasın, kitabı alıp okuyan okuyucunun da böyle bir imtiyazı olsun duygusuydu herhalde.

Hudayinabit için "Şiirin sine-i millete dönmesi" gibi yorumlar yapıldı; "Hayatı Türkçeden öğrenen insanlardan" bahsedildi. Bu yorumlara katılıyor musunuz?

Acı bir yorummuş, söylediğiniz. Şiir sine-i millete dönüyorsa eğer, daha önce neredeymiş? Ama tam da meselenin bam teli bu. Şiire kravat takıp, mebuslardan bir mebus ermeme meselesi. Şiir, "kültür-sanat" ortamının bir parçası değildir, sanatlardan bir sanat değildir, lezzet, hoşluk, çeşni değildir. Şiir, insan tekinin yoldaşı ve millet hayatının en temel verimidir. Hudayinabit, eğer bu hususta bir sorgulamaya yol açtıysa, kendimi mutlu addederim.

Son olarak, 'elçiye zeval olmaz' diyerek, Furkan Çalışkanın hazırladığı bir soruyu sormak istiyorum: "Bu milletin ana faktörü yörüktür" diyorsunuz ve bunun hakkı verilene kadar araştırılması gereken pırıl pırıl bir kaynak olduğundan bahsediyorsunuz. Halk şiirinden nasiplenemeyen modern şiirin bir açıdan sentetik ve inandırın olamaması, bu ana faktörü ve kaynağı es geçmesinden olabilir mi?

Ne olduğunu merak etmiyor musun? Şaşılacak şey. Rahmetli Fethi Gemuhluoğlu için anlatılır ya; "peki, hiç âşık oldun mu evladım?" Yani âşık olmadıysan, senden bir cacık olmaz meselesi...

Türkmensin, yörüksün. Seni, Asya steplerinden buralara kadar yürüten şey neydi? Kuraklık mı? Saf olma! Sonra, nasıl tutundun hayata ve tarihe? Allah'ın arzındaki o çadırda oturdun da, nasıl Yunus oldun? Nasıl Fuzuli oldun, Kaygusuz oldun, Erzincanlı Tüfekçizade Salih Baba oldun, nasıl Itrî oldun, nasıl dalga dalga öldün, biçildin tekrar dirildin? Ferrarisini satan hergeleye üç yüz baskı yaptırdın. Tibet ruhbanının modası geçince Kore tarikatına merak sardın. Kızılderili reisinin doku-nakli ve ekolojik mektubuna "sosyal paylaşım" taklası attırdın. Ama merak etmiyor musun; beş bin yıl omuzlarında dolaştırdığın kepenek sana ne söylüyor? Dilinin derinlerinde ne var? Neden her gün yediğin taama "ekmek" demişsin, neden "yel" ile "yıl" bu kadar akraba? Yatan aslandansa gezen tilki yeğdir, neden? Neden Sultan Hamid'in kapısında bir Karakeçili vardı ve neden İstiklal Harbi öncesi henüz iskan edilmemiş yörükândan gençler kastı mahsusa ile celp edildi?

Ben bu şuurun, yaşamak hususunda koynunda bir anahtar taşıdığına inanıyorum. Yoksa işaret ettiğim şey, şiire kaynaklık edecek yeni formlar, vesaireden ibaret değil. Onu, geleneğe şarküteriye girer gibi girenler yapıyor. Türkiye, Halk şiirini de, Divan şiiri dediğimiz damarı da hovardaca harcadı, mühürledi ve Orhan Veli'nin "deppo"suna kaldırdı. Bu meselenin ne olduğunun bile henüz farkında değiliz. Karacaoğlan'a bakınca kafiye koşmayı. Şeyh Galib’e bakınca deve yürüyüşünü öğreneceğimizi sanıyorlar. Oysa, mahreci ne olursa olsun, bir şiirden sana kalan hayranlık ve terbiyedir. Her defosunda. Gazel ya da Varsağıya "form" olarak bakarsan, zaten geçmiş olsun. Nitekim, "kanto" dediğin şey yirminci asırda icat edilmedi. Hangisini seyrediyorsun; Ezra Pound'u mu, Nurhan Damcıoğlu'nu mu?

İtibar Dergisi'nin Mart 2012 tarihli 6. sayısından alıntılanmıştır