'Sonradan hidayete erenler daha şuurlu'
"Başörtüsü hakikaten bir sembol" diyen Şule Yüksel Şenler, kendi zamanının firavunları ile mücadele ettiğini belirterek, hidayetini anlattı ve bugünü yorumladı...
ABONE OLHülya Okur'un röportajı
Hakkı tanıyıp, izan eden, İslamiyet’i kabul edip amel eden, kulluk tarlasına gece- gündüz nezaret eden, İnananların devleti dairesini idare eden, bir efsaneyi rivayet eden, Allah’ın sıfatlarına ayinelik eden, hâdise-i harikaya delalet eden, gözümüzü açıp kapayıncaya kadar, Hakikat tahtını yanımızda hazır eden bir ‘Belkıs’ o. Onun dönüş yolculuğuna katılan herkes için gidilecek yolun Cennet’e çıktığını müjdelemek isterdim ama buna gücüm yetmez. Bildiğim tek şey, Şule Yüksel Şenler’in ‘Şule’si ile ‘Yüksel’ecek, Şenler’i ile Ş’ad olacağımızdır.”
“YENİDEN DOĞUŞUMU, 1967 OLARAK ADLANDIRIYORUM”
Hasan Tahsin ve Ümran Hanımın kızı olarak dünyaya geldiniz. 29 Mayıs 1938 Kayseri doğumlusunuz. Teseddüre girdiğiniz 1967’yi mi tevellüdünüz olarak kabul edebilir miyiz? Hayatınızın belli bir dönemini, çocukluğunuzu, gençliğinizi hiç yaşanmamış sayıyor musunuz?
1965 diyelim hidayeti. Çünkü İslami yazılarıma 1967’de başladım. Ama 1965’te tamamen örtünmüştüm. O iki senede de Risale-i Nur derslerine devam ettim. Yazı hayatıyla ilgilenmedim. Sonra 1967’de başladım. O zamanlar İslami bir gazete yoktu. Bugün ve Sabah Gazetesinde yazdım. Bugün Gazetesinde günlük köşem vardı. Yeniden doğumumu 1967 olarak adlandırıyorum. Keşke öncesi hiç yaşanmasaydı ama o yaşanmış hayatımı hiç yaşanmamış kabul etmek istiyorum. 1965’ten sonra doğdum, diyebilirim.
“BİR ZAMANLAR AUDREY HEPBURN’ÜN ÖRTÜNME ŞEKLİNİ BEĞENDİM”
Modern bir ailede yetiştiniz. Sinemalara giden, Audrey Hepburn hayranı olan bu gençlik, üzerinizde nasıl bir yük bıraktı? İslam’ın hangi yönünden teselli buldunuz?
Bir yazımda Audrey Hepburn’ü zikrettim ama onun hiçbir fonksiyonu yoktur. Öyle yayıldı. Doğrudan doğruya kendi arzumla örtündüm. O zamanlar, Audrey Hepburn’ün örtünme şeklini beğendim. Örtüneceğim zaman da, gerçi buluşum oluyor ama onu da düşünmüştüm. O önden görünüyor, arkadan bağlama usulü hiçbir yerde yok o zamanlar. Başka milletlerde de bizde de hiç olmayan bir şey. Rüzgarlı havada, eşarp örttüğünüz zaman uçuşabiliyor. Boynunuz, saçlarınız görünebiliyor, hepsini toparlamak ve daha modern bir hava vermek, o günün aşağılık kompleksine itilmiş Müslüman kızlarına ve hanımlarına bir örnek olarak ortaya çıkmıştı.
“SONRADAN HİDAEYETE ERENLER, AİLEDEN GELME TESETTÜRLÜDEN DAHA ŞUURLU”
“Bu öyle delice bir aşk ki, ters kimseler olduğumuz halde bütün ailem dönüş yaptı sonradan” diyorsunuz. Dönüş veya uyanış için mucize bekleyen insanlar, Allah’a yönelip de büyük günahlar işleyenlere göre daha mı şanslı?
Evet. Çünkü onlar, daha önce kendi durumda olanları çok daha iyi anlarlar. Ve onların halet-i ruhiyelerine hakikatleri aktarmaya başlarlar. Hem de bu sonradan hidayete erenler, geleneksel aileden gelme olan tesettürlülerden çok daha şuurlu, bilinçli oldukları için. Çünkü onlar aileden gelen görgüyle hareket ederler.
“BİZDE AİLE BASKISI OLMADI”
Aile baskısıyla örtünme haline ne diyeceksiniz?
Aile baskısı diye bir şey hiç olmadı bizde. Ağabeyimi örnek alarak giriştim ve bana tesiri çok olduğu gibi benimle birlikte ailenin diğer fertlerini; Gonca, annem, kız kardeşime de aynı şekilde tesir etti ve sırayla hidayetlerimize vesile oldu.
“HER BAŞ ÖRTÜLÜ OLAN, İSLAM’I YAŞIYOR DEMEK DEĞİLDİR.”,
“TESETTÜR FARZDIR”,
“BAŞ ÖRTÜSÜ HAKİKATEN BİR SEMBOL”
Röportajın devamı ikinci sayfamızda...
Emine Erdoğan’ın örtünmesinde ne kadar etkili olduğunuzu biliyorum. Bu tanışmadan nasıl etkilendiğini şu cümlelerle ifade etmişti: ”Bir Müslüman hanımın; hem modern, hem kültürlü, hem de örtülü olabileceğini gördüm” Bir Müslüman Hanımın temel özelliği ne olmalıdır, başını örtmek görevlerinin arasında nasıl bir önceliğe sahiptir?
Başını örtmek olarak öncelikle almamalıyız bunu. Çünkü tesettür, sadece baş örtmek değildir. Her baş örtülü olan, İslam’ı yaşıyor demek değildir. Bunun örneklerini çok görmekteyiz. Bir tel göstermiyor ama başını tam örtüyor ama İslam’a aykırı ne varsa; kıyafetinde, makyajında, hepsini taşıyor ve biz bu duruma gelmesine çok üzülüyoruz. Çünkü tesettür bu değildir. Tesettür, kadının cazibesini, güzelliğini, teravetini gizlemesidir. Tesettürün manası zaten, Sitr’den geliyor, Arapça bir kelime. Sitr, örtmek demek. Kadının vücut hatlarının belirtilmesi, karşı cinse karşı, kadın lehine, yaratıcımız tarafından sunulan güzel bir önlemdir ve emirdir. Diğer farzlar nasılsa, tesettür de öylesine farzdır ve Kuran’daki emirdir. Dolayısıyla baş örtüsü hakikaten bir sembol. Bugün ve dünden itibaren bir sembol. Ama tesettürün bütünü değil, bir parçasıdır.
“TESETTÜRDE, ZARAFET ÖNDE DEĞİLDİR”
Sizin sanki daha çok okumuş, şehirli, kültürlü, maddi gücü yerinde olan genç kızların başlarını örtmeye başlamalarına yardımcı olduğunuz fikri çok yaygın. Hedeflediğiniz kesim gerçekten onlar mıydı? Zor olanı seçtiniz diyebilir miyiz?
Çok yanlış. Çünkü eğer öyle olsaydı, ben Türkiye’nin sadece şehirlerinde konferans verirdim. Ben Anadolu’ya girdim, doğuların en doğusuna gittim. Ben Türkiye’yi 3,5 kere; illeriyle, ilçeleriyle, kazalarıyla, köyleriyle dolaştım. O toplumda şehirde de rastladığımız oluyordu ama köylerde çoğunlukla tabi. Geleneksel örtü dediğimiz, fakat bilinçli, şuurlu değil, ya önden görünüyor, ya da tamamen kapatmış arkadan örgüleri çıkıyor, ya boyunlar açık. Yani tesettür; hem sınırlarıyla, ölçüleriyle hem de o günkü şartlara göre biz zarafeti aldık. Aslında tesettürde, zarafet de önde değildir. Kadını çekicilikten kurtarıp, biraz da itici…kime karşı? Kendisine görünmesi helal olan; eşi, kardeşi, babası, amcası, dayısı sayılan 14 kişinin haricinde(Nur süresinde geçer) diğer yabancı erkeklerin nazarından sakınmak. Çünkü bu nazarların içinde, hiç yadırmayacağımız nazarlar olduğu gibi, son derece yadırgayabileceğimiz, kadına daha başka gözle bakan, bu yerlerin dışında kalan, bacaklar, kollar vs çıplak olan yerlere daha bir şehvetle bakanlara karşı kadını korumak içindir tesettür. Biz bunları anlatmak istedik. Çünkü anlatılmıyordu bunlar. Kadınımız tamamen bilinçsiz…
“BENİMKİ ÇOCUKLUK AŞKI DEĞİLDİ, ÖMÜR BOYU DEVAM ETTİ”
Sanıyorum Ermeni bir ustanın yanında öğrendiğiniz terzilik, sizi Şulebaş tasarımı yaratmaya kadar götürdü.
Onu da çok yanlış anladılar. Soner Yalçın yazmış. Onu da gördük sonunda, ne durumda olduğunu. O kadar yıkıcı oldu ki, onun yazısı. Benim Şule Yüksel Şenler şeklindeki biyografi kitabımı okuyup, beyaza kara, karaya beyaz demiş, her şeyi tersine çevirerek, benim hassasiyetim hangi noktalarda ise, o noktaların tamamen aksine yazmış. Mesela diyorum ki, “Ben hayatımda hiç flört etmedim, flörtü de tasvip etmiyorum”
Fakat o yazıda da 4 yıl çıkmışlar yazıyor.
Halbuki birbirimizi hiç görmedik. O hadiseyi bilseniz…Hakikaten ben çok sevdim. Çocukluk aşkı gibi ama değil, ömür boyu devam eden bir aşk bu. Çok saf, çok lekesiz…Leyla ile Mecnun’un aşkı, meşhurdur ve temiz bir aşk olarak tarihe geçmiştir, onlar birbirlerini seviyorlardı ama gün geldi buluştular ve konuştular. Ben de o da yoktu. Karşımdaki şahıs da öyle temiz niyetli birisiydi. Ben de o şekilde yetişmiş bir genç kızdım. Bunu kendime de yakıştıramıyordum. O da zaten böyle bir kızla kesinle alaka kuracak karakterde bir kişi değildi. Biz mektup yoluyla anlaşıyorduk. Ben kendimi onunla tanıttım, o da aynı şeyleri bana söyledi, bir tek söz istedi, “Mesleğimi elime aldığım an, isteteceğim, annem-babam da seni gelin olarak istiyor, dedi. Ben anneme dahi söylemedim. Gonca tek sırdaşımdı.
“BİNLERCE KİŞİNİN EVLENMESİNE VESİLE OLDUM”
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Emine Erdoğan’ı tanıştıran isim olarak olmanız dışında, başörtüleri yüzünden okuyamayan kızlar için açtığınız kurslarda tanışan Abdurrahman Dilipak ve eşi gibi dolaylı aracılık ettiğiniz çiftler var. Bu arabuluculuklarınız, gezici tiyatrocu ve maden yüksek mühendisi ile yaptığınız başarısız evliliklerden mi yoksa sizin İslami bir birleştirme duygunuzdan mıydı?
Ben binlerce kişinin evlenmesine vesile oldum. Aradığımı bulamadığım için değil. Evliydim, eşim şaşırırdı, hiç mi bana vakit ayırmayacaksın, diye, “Hep başkalarını evlendirmeye çalışıyorsun” diye yakınırdı. İnanın, “Karımın yüzünü çok az görüyorum” derdi. Ben hem tanıştırırdım onları, evimde bir odada görüştürürdüm, kapı yarı açık. Anlaşabilirlerse, “Bundan sonrası bana ait değil, adreslerinizi birbirinize verin, ailelerinizi haberdar edin” derdim. Ve o kadar çok bu şekilde gençlerimiz evlendiler ki, mutluluk haberleri beni ömür boyu mutlu etti.
“BANA AYAK UYDURACAK KİŞİ, MÜMKÜN DEĞİLDİ”
Röportajın devamı üçüncü sayfamızda...
Kendinizi, “Huzurlu bir cemiyet için çırpınan” bir idealist olarak tanımlasanız da, “Korkusuz bir mücahide” olarak anılsanız da, Essabikat Elkanitat Essabirat Elmüslimat ve Elmüminat olarak tavsif edilseniz, “Aktivist bir Müslüman” olarak tarif edilseniz de, "Ömrünü inandığı davasına adamış bir direnişçi" olarak görülseniz de, “Şule, Şule’dir” denilse de, siz kendinizi nasıl tanıtırsınız? kulluk görevinizdeki en büyük zaaflarınız neler oldu? Nefsani ve dünyevi duygularınızı nasıl bertaraf ediyorsunuz?
Bunların hepsi teveccühleriniz tabi. Hayatımı İslam davasına tamamen adamış, kendi nefsimi bastırmış, dava için ne yapılması gerekiyorsa kendini ona vermiş biriydim. İzdivaçlarda da öyle oldu. Ben kendime yakışan biriyle evlenen bir genç kız olmayı tabi ki çok isterdim. Eğer bir dava insanı olmasaydım, en başta düşünülecek odur. Her genç kız, kendine uygun, hoşlandığı kişiyle, beğenerek, severek evlenmek ister. Ama benim öyle bir lüksüm yoktu. Sebebi de, her şeyden önce bana davamda omuz verecek, omuz omuza bir arada, birbirimize destek olarak, bana daha da kuvvet verecek, azmimi arttıracak ve benim coşkulu duygularımı paylaşabilecek bir eş istiyordum. Bunun için genç kızlık hayatımda, gelen taliplerimin hepsini reddettim. İçinde çok çok taktir ettiğim, her yönden fevkalade kişiler olduğu halde, onları normal karşılar, durumumu anlatır, başka genç kızların adresini verirdim, telefon açar, onları buluştururdum, başkalarıyla evlendirirdim. Çünkü bana ayak uyduracak kişi, hemen hemen mümkün değildi. Ben, devamlı Türkiye’yi dolaşan, sabahlara kadar yazı yazan, gündüz gözümü açtığım andan itibaren mücadeleye girişen, bir sürü davalarla cebelleşen, devamlı mahkeme koridorlarındayım. Saat 9:00’da benim sıram olurdu ama mübaşir çıkar, benden bir üstteki, ve sonrakilerini alır, ben daima altta kalırım…soruyorum, Hakim bey, ”bana onu çağırın” dedi, diyor. Ve böylece o mahkeme koridorlarında ve adil suçlular arasında gündüzlerim geçti. Ayrıca konferanslarım var…seri konferanslar….bir çıkışta 15 günlüğüne çıkıyorum…15 günde 30 veya daha fazla konferans veriyorum. Hep yol, konferans….Günlük yazılarımı evde olduğum zaman sabaha kadar yazıyorum ama konferanslara çıktığım zaman konferanstan bitkin olarak çıkıyorum, istirahat edemiyorum, gece yolculukta, annemle babam bana refakat ediyorlar, arabada annem babam uyur, ben ve şoför uyanık, gecenin karanlığında o sönük araba lambası altında, o günün yollarında, elimde kağıt önümde çantam, ertesi günü çıkacak yazımı hazırlıyorum. Konsantre olmak, onu kaleme almak kolay değildi. Gazetedeki arkadaşlar yazıma alışmışlardı artık, çünkü o kadar titriyor ki, temize çekme imkanınız yok.
“HİZMETİME MANİ OLUR DİYE ÇOCUK İSTEMEDİM”
Omuz omuza vereceğiniz bir eşiniz olmadı ama arkadaşlarınız, yol arkadaşlarınız neden yanınızda yer almadı, maratonda ipi göğüslerken hep yalnızdınız çünkü….Hz Ayşe’nin, Hz. Asiye’nin, Hz.Meryem’in arkasına aldığı güçten siz niye yoksun kaldınız?
Vardı, onlar hep vardı Allah razı olsun. Ama ben onlarla birlikte hareket edecek duruma sahip değildim. Başlı başına kendim yürütüyordum. Bir de aynı misyonu yürütecek insanlar yoktu. Onlar kendileri bir gruptu. Çıkmadılar. Yazılarımda halen saklarım, şöyle bir hitabım vardı:” Ayşeler, Fatmalar, Zeynepler…Neredesiniz? Ne olur siz de çıkın! Ya düşün yollara, ya da olduğunuz yerde…Rahat yataklarınızı terk edin çünkü atı alan Üsküdar’ı geçiyor, ülkemizde yüzyıllara dayanan bir çöküntü var, bunun tamiri için elini taşın altına sokacak er kişileri dahi zor buluyorsunuz ama kadınların da neler yapabileceğini gösterin, o analık duygusu gibi bir duyguyu taşıyabilen kadın, ayrıca davasının yükünü yüklendiğinde, o evladına gösterdiği hassasiyetten çok fazlasını gösterebiliyor, bakın benim en büyük duam, hiçbir kadının yapmadığı bir şey: “Allah’ım ne olur bana çocuk verme” Çocuk delisi olan bir insanım. Çünkü benim hizmetime mani olur. Onun için erkeğin ne güzelini, ne şöhretlisini hiçbir şeyini aramadım. Bana sadece bana davamda omuz verecek, birlikte yürüyebileceğim bir kişi olarak düşündüm. Öyle düşündüğüm bir insan da beni hayal kırıklığına uğrattı. Bütün yazı hizmet hayatıma mani oldu, beni yataklara düşürdü, sırtımdan para kazandı, hem isim yaptı.
“KENDİ ZAMANIMIN FİRAVUNLARIYLA MÜCADELE ETTİM”
Başbakan Erdoğan’ın karanlık dönemlerde yaşadığınız zorlukları içeren bir konuşması olmuştu. Yargılandınız, işkence gördünüz, yıllarınız hapishanelerde geçti. Peygamberimizin veya ashabının çektiklerine erişme arzusu duydunuz mu? Mücadeleniz nerelere varsaydı da, geri dönmezdiniz? “Müslüman olmadığınızı” size söyletmeye çalışan bir düzenle mi savaştınız? Kendi zamanlarının firavunlarına karşı mücadele eden bir insan mıydınız?
Evet aynen, fazla konuşmaya ihtiyaç yok. Her bir sorunuzun cevabı, sorunun içindedir.
“EN BÜYÜK GALİBİYET, GERÇEK İSLAMİ HAYATIN BENİMSENMESİDİR”,
“CEMİYETİN KURTULUŞU; İSLAM’DADIR”,
“DİNİMİZ, ÇAĞLAR ÜSTÜDÜR”,
Röportajın devamı dördüncü sayfamızda...
“Ebu Cehil birdi dün, bu günse binlercedir, Hepsiyle savaşım var, zafere ettim yemin! “diyorsunuz. Bugün Müslümanlar için alınacak en büyük galibiyet, şeriat mıdır?
“Hepsiyle savaşım var, zafere ettim yemin! “Zaten o gayeyle, o aşkla çıkıyorsunuz. Çok kritik bir soru. En büyük galibiyet, gerçek İslami hayatın benimsenmesi. Cemiyetin kurtuluşu da onunladır. O kadar içinden çıkılmaz, o kadar keşmekeş bir hale getirilmiş bir cemiyet ki, ama Allah dilerse neler olmaz, onu da bilemiyoruz. “Şeriatçılar, şeriatı getirmek istiyor” deniyor ama bunlar zaten hep ezmek için kullanılan korkutucu unsurlar. Hep çekindik. Bir çok dava insanımız dahi hep bundan çekindik. Ben onu hiç ağzıma almadan, ama almış gibi hareket ederek yürüdüm. İslam ve İslam’ın hükümleri yalnız bir veya birkaç asra münhasır değildir, çağlar üstüdür dinimiz ve Resullah a.s. irtial ettikten sonra da olsa, artık bir peygamber gelmeyecek, artık bir kitap gelmeyecek ama Allah’ın getirdiği kanunlar, bizi kıyamete kadar aynı dirilikte, güzel, yüksek vasıflarla yaşatacak kanunlardır.
“KURTULUŞUMU, BEDİÜZZAMAN’A BORÇLUYUM”,
“TESETTÜRÜ, RİSALE-İ NURLARDA GÖRDÜM”
Peki Allah’a ulaşmakta, Bediüzzaman’dan, Nakşibendi’den…bunun gibi yan unsurlardan yararlanmanın gereği nedir? Kurtuluşunuzu Ağabeyinize mi, yoksa dolaylı yoldan Bediüzzaman’a mı borçlusunuz?
Bir vesile Bediüzzaman Hazretlerine de borçluyum. Ağabeyim onun vasıtasıyla olduğu için, bize de hep onun öğrettiklerini aktardı. Çünkü biz ne Kuran’ı biliyorduk, sadece okumasını değil, bizim için inen ayetlerin ne olduğunu bilmiyorduk, biz tesettür ayetinden dahi haberimiz yoktu. Ben tesettürü, risale-i nurlarda gördüm ve onun üzerine düşündüm. Ve o zamanlar da başka eserler de, yayınevleri de yoktu. Bir Hasan Basri Çantay bir de Sönmez…vs
“ATATÜRK’ÜN KANUNLARINDA ÖRTÜNME İLE İLGİLİ BİR HÜKÜM YOK”,
“ATATÜRK’ÜN BAŞ ÖRTÜSÜNÜ YASAKLADIĞINI BİZE GÖSTERSİNLER”
Röportajın devamı beşinci sayfamızda...
Tamamen yalan. Hatice Babacan doğrudur ama zaten örtünüyormuş, aileden gelme tamamen kapalı bir genç kız. Onunla beraber benim yazılarımdan sonra birkaç tane daha örtünenler oldu ama ilahiyatın bahçe kapısına kadar girebildiler, içeri girerken başlarını açıyorlardı. Sonra ben dedim ki, “Çocuklar ne diye karşı çıkılıyor buna?””-Atatürk devrimlerine aykırı.” Sırf bu yüzden. “Peki Atatürk devrimlerini tetkik ettim, araştırdım, 8 maddeden ibaret. Bu 8 maddenin içinde kıyafetle ilgili bir tek kanun var, o da şapka kanunu. Fes çıkacak, şapka giyilecek. Kadınlar için bir şey yok. Atatürk’ün kanunlarında yok. Atatürk’ün sözlerine bakarsanız, Atatürk’ün manevi kızının kitabındaki (Prof. Dr. Afet İnan, Atatürk ve Türk Kadın Haklarının Ka¬zanılması, Tarih Boyunca Kadının Hak ve Görevleri, s.104, İstanbul, 1968, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınlarından)Atatürk’ün meclis zabıtlarında geçmiş bir paragrafı bulunuyor. Atatürk: «Eğer kadınlarımız Şer‘in tavsiye ve dinin em¬rettiği bir kıyafetle, faziletin icabettiği tavr u hareketle içimizde bulu¬nur, millatin ilim san’at, ictimaiyyat hareketlerine iştirak ederse bu hali, emin olunuz, milletin en mutaassıbı dahi men‘-i nefs edemez.» demiştir. “Atatürk’ün bu sözlerini söyledin” dedim. Hem de ilk zamanlar başını örten öğretmen hanımları kovdular, üniversiteden mezun olan avukat hanımları almadılar, onlara hep söyleyin, çekinmeyin, isteyin, diyordum. “ Atatürk’ün bunu yasakladığına dair, kıyafetle ilgili bir yasağını bize gösterin, aksi taktirde biz bunu yapmayız, suçlu duruma siz düşersiniz” deyin, dedim.Hiç kimse yapamadı bunu kızım. Yalvardım yakardım, “Ben şu anda talebe olsam çatır çatır söylerdim.” dedim.
MHP’li Asenaların girişimi de gerçeği yansıtmıyor o halde
Ülkücülerde o zaman başörtüsü diye bir şey yoktu.
“BENİ İÇTEN YIKAN KİMSELER DE VARDI”
"Müslüman kadınların örtünmesi şarttır" diye yazdığınız için Türk Kadınlar Birliği bile size dava açtı. Sizin cehtinizin, davanızın en büyük karşıtları, içimizden birileri olduğunda acınız daha mı büyüdü? En çok kiminle mücadele etmekten gocundunuz ya da utandınız?
Gerek Türk Kadınlar Birliği olsun, gerek onun benzeri girişimlerde onların duruşu budur. Karakterleri bu, yapıları bu, inançları bu, başka türlü olamazlar. Onun için, onlara pek müdanam olmazdı benim. Ve onlar için herhangi bir üzüntüm falan da olamaz. Ama kendi çevremizden aynı davayı yüklendiğim, omuz omuza diyebildiğim bazı kişilerden, tabi türlü türlü cemaatler var ama hanımlar arasında kutuplaşmalar var, bunların pek çoğu ile hep beraberiz ama bir veya ikisi(müstesna) öyle de durumlar vardı ki, kurdun elmayı kemirdiği gibi içten yıkan kimseler de vardı. O çok dokunuyor işte. Beni yıkmak için olmadık dolaplar çevriliyor. Ben bunu hiçbir zaman açığa vurmadım ama sorduğunuz için söylüyorum: “İçimde hep büyük bir acı olarak kaldı, beni çok sarstı” Üstat Necip Fazıl’ın bir sözü vardır: “Düşmanım sen benim gayretim ve hızımsın, yağmur rüzgara muhtaç, bana da sen lazımsın”
“TÜRBAN, BİZLERE AİT BİR GİYİM DEĞİL”,
“TÜRBAN, RUS BAŞIDIR”
Hıncal Uluç, Baş örtüsü için bir yazı kaleme almıştı:”Başbakan "Baş örtüsü" diyor. Ben onu da demiyorum. Çünkü baş örtüsü, baş örtmenin genel adı. Sadece Anadolu'da yedi yüz küsur çeşidi var. Kilis Müftüsü'nün eşi anneannem, bu "Sıkmabaş" tarzını bilemeden, göremeden öldü.” Türban- Başörtüsü-Sıkmabaş…Kavramlar giderek ahir zamana mı uyacak yoksa? Şulebaşı saymıyorum tabi. Kavramlar giderek, baş örtüsünü tahkir edecek noktaya mı varacak sizce?
E zaten baştan da öyle başladı. Türban sonradan çıkan bir söylem oldu. Ve bunu hep bildirdim ben bütün konuşmalarda, röportajlarda. Türban, bizlere ait bir giyim değil. Başörtüsü ne şekilde örtünürse örtünsün, Başörtüsü bizimdir. Ya bone, ya türban. Türban, Rus başıdır. Rus madamlarının giydiği bir şeydi. Bone ise, Fransız modasının bir parçası. İkisi de saçları örtüyor, hatta kulakları dahi içine alanları var. Fakat boynu, gerdanı, göğsü açık bırakan bir şey. O ancak içeri kıyafeti olarak takabileceğin bir şey ama dışarıda ancak onu madamlar, matmazeller veya onlara özenenler takar.
“ÇARŞAFI SEVE SEVE GİYDİM”
Sizin tasvip ettiğiniz örtünme modeli daha kapalı olanı mı, giysi şeklinde bütün mü olmalı? "İslamiyet’ten soğutuyor", "Mümkün değil çarşaf giymem" dediğiniz halde, Dr. Sevim Asımgil ve Nakşibendi çevresi nedeniyle çarşaf konusundaki fikriniz değişti galiba? Çarşafın İslamiyet’teki yeri nedir?
Değişti evet. Çarşafın İslam’daki yeri, Arapça’da, “Cilbab” olarak geçer, tesettür. Ve Ayet-i Kerime de de tekil olarak “Cilbab” tır ama çoğul kadınlar olunca,”Celâbib” olarak geçer. El- Ahzap süresi, 59.ayet-i kerimede, “Dışarıya çıkacakları zaman üzerlerine cilbablarından alıp, örtünsünler” buyuruyor. Çünkü orada tepeden aşağıya bütün. Türkiye’de ama, belden sıkıyor, üstten bolluk geliyor. Bu neden oldu? Çünkü Arabistan gibi memleketler, “Memaliki Harre” diye geçer, bizim gibi rüzgarı, kışı olan memleketler ise, “Memabili Bürde”. Memaliki Harre, sıcak ülkeler için geçer. Memaliki Bürde ise soğuk olan ülkeler. Sıcak olan ülkelerde tabi ki kadının kıyafeti öyle. Ama rüzgarlı, soğuk ülkelerde onu giydiğiniz zaman bir rüzgar esince, elbise başına geçer. İşte çarşafın, o belden sıkıp, hatları da belli etmemesi için, arkası bol şekli verilmiş. Onu alsanız, diğerleri gibi Cilbab olarak dümdüz inecek. Memleket, iklim şartlarına göre değişebilen bir şey bu. Bir çok memlekette başka isimlerle de geçer ama yine de tepeden, topuğa kadar bir örtüdür, kadını bütünüyle gizleyecek. Evinin dışında, namahrem olmayan erkekler için giydirilmiş bir kıyafet bu, serkeş insanlar arasında eziyet görmemesi içindir, diye geçer ayette. Çarşafın ilk çıkışında, toplumun halet-i ruhiyesini düşünerek hareket ettik. Ama daha sonra artık örtünenler çoğaldı, örtünme yayıldı. Ben hem bir önderim( öyle görünüyorsunuz) siz ne yaparsanız o taklit ediliyor. Onu dedim:” Ben burada kalacak mıyım?” Çarşaflı, ilim sahibi, yüksek tahsilli avukat, doktor hanımların bulunduğu ortamı da görünce, ben kendimden utandım. Bu sefer ben aciz kaldım. “Benim toplumumuzu bir yere getirme fonksiyonum olması icap ederken, ben aksine, beni çoktan geçmiş, meselenin aslına ulaşmış ve tatbik sahasındaki insanların arasında ben kötü örnek oluyorum” dedim. Ve bundan rahatsızlık duymaya başladım. Onun için de seve seve giydim. Allah affetsin, cehalet nedir, bilmemektir, bilmediğimizden dolayı da, düşmandık.
“ŞULEBAŞ BİR DAHA ÇIKMASIN DİYE DUA ETTİM”
Sonradan değişen fikirlerinizden biri de “Şulebaş” modeli. Sizin tabirinizle, ilk örtünenler için geçiş dönemi olarak düşündüğünüz bu örtü tarzı, bir dönem sonra büyük örtüleri takanlar tarafından kabul görmeye başlayarak, bir geriye gidiş yarattı.
Ama hoşuma gitti o . Uzun pardesüler, bol pardesüler, topuklara kadar büyük örtüler…ve çok vakur, İslam’ın ölçülerine hakkıyla uyacak şekildeydi hanımlarımız. Ben “Elhamdüllilah, Şulebaş gitti, Allah’ım bir daha çıkmasın” diye dua ediyorum, ondan sonra hem o çıktı hem de baktım, o büyük pardösüler gitgide kısalmaya, daralmaya başladı, eşarplar küçüldü.
“ŞİMDİ İMAN İLE KÜFRÜN EN MÜTHİŞ SAVAŞINDAYIZ”
“EMİNE ERDOĞAN’IN DURUMU MÜSTESNA”,
“DIŞ ÜLKELERDE EMİN HANIM BÜYÜK İTİBAR GÖRÜYOR”
Yazgülü Aldoğan, Başbakan’ın kızı için, “Sümeyye Erdoğan hiç de Şule Yüksel’in tarif ettiği tesettürlü kadın değil! Bu tabloya bakarak en azından sevinmek mi gerek?” diye yazmıştı. Hükümet eşlerinin resmi, görüntüsü İslami açıdan sizi memnun ediyor mu?
Şöyle bir fark var. Emine Hanımın, o kadar müstesna bir durumu var ki. Eğer o aslını yapsa, toplum kaldırmaz. Düşünün tesettürlü dahi kaldırmıyor bunu. Ben tesettürlü iken dahi , çarşafa nasıl karşıysam, bugün öyle bir toplum ki, bugün öyle bir toplum ki, benim o gün ki tesettürüm gibi de değil. Düşünün onların görüşlerini. Normal bir insan olsa, bir devlet Başkanının hanımı olmasa, kim ne derse desin, tabi ki, o da ister ama burada bir misyon yüklü. Dolayısıyla onun için hiç bir şey söyleyemiyorum. Bir hadisi şerif vardır, Peygamberimiz buyuruyor ki:” Harp, hüdadır. Harp, hiledir, hileden ibarettir, yani hile, İslam’da haram ama harpte mubahtır. Şimdi İman ile Küfrün en müthiş savaşındayız. Bazı hileler, kendini teşhir etmeden, mümkün mertebe korunmaya çalışarak, vazifesini icra etmek. Ve bunu çok güzel de başardılar. Düşünün, ne acayip bir şeydir ki, kendi içimizde bu kadar yadırganmalar olurken, dış ülkelerde Emin Hanım büyük itibar görüyor, devlet büyüklerinin hanımları arasında el üstünde tutuluyor. Saygı ile sevgi ile karşılanıyor. Onun için onların durumları çok müstesna. Onlar, tam cihadın içindeler.
“TAYYİP ERDOĞAN’IN BAŞ ÖRTÜSÜ KONUSUNDAKİ ISTIRAPLARINI BEN ÇOK İYİ BİLİYORUM”,
“TAYYİP BEY, BAŞ ÖRTÜSÜ MEVZUSUNUN PEŞİNİ BIRAKMAZ”
Merve Kavakçı size, “BM Türkiye’deki başörtüsü yasağını bir insan hakkı ihlali olarak kayıtlara geçecek bundan sonra!” müjdesini verince “Durmayacak benim kızlarım, durmayacaklar!” diye tepki vermişsiniz. Sizce başörtüsü konusunda pes edilen noktada değil miyiz? Artık Ak Parti de çare bulamıyorsa, vazgeçelim denilen nokta mı baş örtü mücadelesi?
Amerika’dan telefon açmıştı. Hayır. Siz Tayyip Bey’e bakmayın. Onun içinde acı var. Bu yöndeki ıstırapları ben çok iyi biliyorum. Ben baş örtüsü çözülecek ümidindeyim. Tayyip Erdoğan’ı tanıdığım kadarıyla değil de, adım gibi biliyorum. O bunun peşini bırakmaz. Farkındaysanız, birden bire atılımlar yapmıyor. Baş örtüsü meselesini kanunlaştıracaktı ki, Anayasaya gitti. Zaten adımının biri Anayasa Mahkemesinde.
“DEVLET İMANLI KİŞİLERİN ELİNDE OLDUĞU MÜDDETÇE İHTİLAL DÜŞÜNÜLEMEZ”
Anayasa demişken…3 Anayasayı da gördünüz; 1924, 61, 82… 1980 öncesi kurduğunuz İdealist Hanımlar Derneği’nin darbe gecesi kapatılmıştı. 28 Şubat darbesi son darbe olarak anılıyor, sizce de öyle mi olur? Yeni Anayasa için en elzem gördüğünüz şey nedir?
Darbe gecesi değil de, İdealist Hanımlar Derneği kurulduktan birkaç ay sonra oldu darbe. Bugünkü vaziyete göre gelmez diyorum. Ama Allah hayırlı ,uzun ömür versin, Tayyip Bey’in başına yine bir oyunla bir şey getirirlerse, o zaman çok şeyler değişebilir ama Tayyip Bey’in idaresi olsun olmasın, o fikirlerde, sağlam yapılı, gerçekten milletini düşünen, imanlı kişilerin elinde olduğu müddetçe hiç korkmuyorum, ihtilal düşünülemez.
1967 yılında Papa’nın Türkiye’ye gelmesine karşı çıkıp, "Ağlayın ey Müslüman kardeşlerim ağlayın" diye makale yazmıştınız. Bugün, Fransa, İsrail karşısında gösterdiğimiz tavır, dini açısından da yeterli mi?
Hükümetin aldığı kararlar eksik değil, daha fazlası da yapılabilir ama iç durumu biz bilemiyoruz. Muhalefetin müdahalesi var. Bir de Tayyip Beyin duruşunu görüyorsunuz yani. Yerine göre bağını koparıyor. Daha ne istenir. Bir devletle ilgisini görüyor, daha ne istenir?
“CEVDET SUNAY GÖZÜMÜZDE DAĞ GİBİ BÜYÜYEBİLİRDİ”
Röportajın devamı altıncı sayfamızda...
Tabi. Ama o da ona göre bir beyanat verecek, onu bildirecek, yani “Maksadını aşmış bir ifade kullandım, bunun için milletimden de, Şule Hanımdan da özür dilerim” deseydi, o gözümüzde dağ gibi büyürdü.
Peki İslam’a karşı kalpleri boşalanlar için ne diyeceksiniz? İslam’ın ilk şehitleri, Hz. Sümeyye ve Yasir’in çocuğu Ammar anne ve babasının gördüğü işkence sırası kendisine gelince, putlara taptığını söylemiş ve serbest bırakılmış. Fakat Peygamber Efendimize yaptığı şeyi anlatınca, o sırada kalbin nasıldı diye sormuş, “Allah ve Resulüne iman ile doluydu” Sana yine öyle yaparlarsa sen yine öyle yap.” demiş.
Çünkü her ikisi de şehidimiz. Anne ve babası azimetle amel( hak ne ise o, hiç taviz vermeksizin) hareket ettiler, Ammar ise ruhsatla amel etmiş oluyor. Yani onun kadar değeri değil. Peygamberimizin sözü sadece Ammar için değil, bütün müminler için. Yani ölüm anında öyle bir şey ile karşılaşırsanız, böyle hareket edin. Azimetle amel kadar kıymetli değil tabi. Canları pahasına yine vazgeçmediler. Azimetle vefat ettiler.
“ŞEYTANDAN VE SİYASETTEN ALLAH'A SIĞINIRIM”,
“TAYYİP ERDOĞAN, BAYAĞI TAVİZ VERDİ”
Ahmet Hakan sizi, baş örtülü milletvekili adayı olarak takdim etmişti. Türbanın ilk ateşleyicisi olarak, neden mücadelenizi siyaset meydanında sürdürmediniz? O zaman o ateşiniz daha çok yere sıçramaz mıydı? Sadece Adalet Partisi Gençlik Kolları Başkanı olmak ve MSP’ye destek olmak dışında siyasetten dininizi mi, kendinizi mi korudunuz?
Hidayetimden sonra ilk hedefim, bu milletin kaybettiği değerleri yerine koymaktı. Siyasette al aşağı edilirsiniz, her türlü çalkalanmalar olur ve benim ders aldığım Bediüzzaman Hazretlerinin de bir sözü vardır:” “Euzûbillahi mineşşeytani vessiyase” yani “Şeytandan ve siyasetten Allah'a sığınırım” Siyaset bazı şeylere, sizi mecbur ediyor. Tayyip BEY’in bunu tercih etmesi, çünkü o da bir dava insanı, ama onun yolu siyasetle, çünkü milletin hali hazırdaki durumu ve geleceği ile ilgili çok büyük bir misyon yüklenmiş bulunuyor. Ben hiçbir zaman bunu hedef almadım. İlk dalışım, siyasetle oldu, AP devrinde milletvekili adayı olarak bile gösterdiler. İslami hüviyete büründüğüm zaman siyasetin içinde yer alamazdım çünkü ben, parti içinde de bazı şeyleri gördüm. Midem bulandı. “Ben bu siyaseti yapamam” dedim ama yapabilecek kişilerin alnından öpmek lazım. Kendinden taviz vermeden…Ki çok zaman da veriliyor. Mesela Tayyip Bey bayağı verdi ama onun acısını ancak bizler anlıyoruz. Bazen dertleştiğimiz olurdu, anlatırdı.
“BU MİLLET, TAYYİP ERDOĞAN GİBİ BİR LİDER GÖRMEDİ”
Menderes’e de benzeri bir alaka duyuyordunuz, şimdi bu ilginiz Tayyip Erdoğan’a kaydı sanırım.
Geçenlerde kendisi ile bizzat görüştüm. Hiç yüzüne söylememiştim, heyecanlandım, ağladım, bu ameliyatından sonra. Hal-hatır sordu. Ben kendimi tutamıyorum, ağlıyorum. Ve dedim ki: “Bugüne kadar bu millet, baş olarak sizin gibi birisini görmedi, bunların içinde canı gibi sevdiği, bizim inançlı kısmın canı gibi sevdiği Menderes de dahil olmak üzere ve Tayyip Beyin örnek aldığı, çok sevdiği Turgut Özal da dahil olmak üzere şu Cumhuriyet tarihinde bu başarıya, sevgiye, rağbete, saymakla bitmeyecek güzelliklere ulaşan bir lider olmadı ve aynı tevazu ile de devamı haldesiniz her şeye rağmen”. “Abla büyütmeyin, Allah razı olsun, inşallah gördüğünüz gibidir” dedi.
“İSLAM; HAREKETTİR, CEVAALİYETTİR”,
Peki dindar nesil konusuna ne diyeceksiniz? Dindar nesil yetişmeli, dedi, bütün Türkiye ayaklandı.
Ya, ne büyük kıyamet değil mi? Sanki Rahibeler inzivaya çekilmiş gibi. Sanki bütün imanlılar rehavet içinde, herkes sanki o hale girmeliymiş gibi bir şey sergileniyor. İslam o değildir. İslam, harekettir aynı zamanda. Cevvaliyettir. Ve bunların en iyileri safhasında olandır, örnektir. Onun için değil midir ki, onca fetihler yapıldı, onca başarılar elde edildi. Bugün hala işlerine gelmiyor ama araştırıyorlar, bu Osmanlı bu kadar milletlerin hepsini hiçbir fark göz etmeden nasıl bir arada tutabilir, diye. Bizim düşmanlarımız tarafından dahi, bu kadar büyük hayranlığa sahibiz. Bunlar kendi içimizde, hiçbir zaman kendi değerlerimizi taşımayan insanlarımızın düşünceleri.
“DİNDARLIKLA ALAY EDİLİYOR”
Yoksa ki dindar nesil bizi ihya edecek mi diyorsunuz?
İhya edecek tabi. Dindar olmak, onun vazifelerini, vasıflarını engelleyen bir şey değildir ki, dindar olmak, o imanı yaşamak, o imanla Allah’ın gösterdiği yolda gitmektir. Onlar dindarlığı mescit köşelerinde, seccade üstünde, tespihle ilgili görüyorlar. Yani dünya ile alakasını kesmiş, kendi tabirleriyle, alay edercesine, “Allahlık insanlar”
“DİNDAR NESİL, AKTİVİTESİ ÇOK OLAN NESİL DEMEKTİR”,
“BUGÜNÜN ATEİSTİNE DE, KOMÜNİSTİNE DE ACIYORUM.”,
“İSLAMİ DEĞERLERE SAHİP BİR GENÇLİK OLSA, ÜLKEMİZ İHYÂ OLUR”
Röportajın devamı yedinci sayfamızda...
Dindar neslin ülkemize faydaları neler olur?
Her yönden olur. Değil pasif, aktivitesi çok olan bir nesil anlamına gelir. Çünkü İslami değerler, insana o aktiviteyi kazandırıyor. Başka türlü olamaz, yoksa kıymeti olamaz zaten. Yani ben rahat yatağımda yatsaydım, güzel uykularımı uyusaydım, o değeri kazanamazdınız, hiç kimsenin kalbinde yer edemezdiniz. Ben değil sadece bütün emek verenler, emek veren kişiler de…Hem örnek insan olacaksınız, hem de İslami değerlere sahip bir gençlik olsa, ülke baştan başa ihya olur. Hatta belki de o ateisti, komünisti çok da azalır. Kendileri yapamazlar ama hayranlık duyacakları insanlar artar. Bunlar hayal değil. İnanın böyle olur. Bugünün ateistine de komünistine de acıyorum. Yazık edildi bizim milletimize. Neler aşılandı? Hadi biz kurtulanlardan olduk, aşanlardan olduk, gözümüz açıldı. Ya bir de o imkanlara sahip olamayan, kendi çevrelerinin içinde yoğrulan kişiler? Ve devamlı Milli Eğitimin, İslam’ı hakir gösteren yazıları….Eski yazı ile alaylar…Eski idare ile alaylar…Çarşafa karşı…Sakala karşı…Toplum öyle yetiştirildi. Onun için biz kendimizi şanslı olanlardan hissediyoruz ama onlara da acıyoruz. İnanın benim namazlarımda müminlerden çok duam, o gibileredir.
Dönüşü, kurtuluşu var mı?
Var, hidayet dediğimiz şey odur. 180 derece oluyor. Hem de köklü Müslümandan daha şuurlu oluyor.
“DİNDAR NESİL İÇİN AİLE VE DEVLET EL ELE VERMELİ”
Dindar nesil yetiştirme görevini en çok aile mi, devlet mi üstlenmeli?
Her ikisine de düşüyor. Elele verecekler tabi. Aile, insanın, yetiştirildiği toprak. İlk bilgiler, ilk alışkanlıklar anneden gelir. Ailede yoksa, okuldan almalı. Öyle aileler görüyoruz ki, tamamen ateist, dine karşı, düşman, çocuğu da öyle yetiştirilmiş ama okulda bir İngilizce hocası çıkıyor, adam süper şuurlu, dersin yanı sıra onlara bir çok şeyleri anlatıyor. Çocuk hayran oluyor, dünyası değişiyor ve ailesine karşı çıkacak bir seviyeye ulaşıyor, aileyi bile döndürebilecek duruma geliyor.
Acaba bir çocuk mu aileyi değiştirdiğinde, bir çocuğu mu aile yetiştirdiğinde daha mübarek oluyor?
Benim ağabeyim, bizi değiştirdi. Çocuk, anneyi babayı dahi değiştirdi.
Peygamberimizin sizin de çok kullandığınız bir sözü var, ‘Giyinik çıplaklar’ diye. Eskiden annelerimizin, anneannelerimizin kapanış şekli daha muhafazakar olmasa da, bugün de sanki tam yerini bulmuş değil. Bu zihin karışıklığını neye bağlıyorsunuz?
İslami bilgisizlik. Eğitimsizlikten, bilgisizlikten. Geleneksel İslam içinde yaşayanlardan, o şuuru bekleyemezsiniz.
“HİDAYETİMİZE KADAR ÇOK KOYU ATATÜRKÇÜYDÜM”,
Özdemir İnce, “CHP’nin tek tip insan ürettiği gerçeğe aykırı bir toptancılıktır” diyerek, komünistin, liberalin mürteci (irticacı), saltanatçı, halifecinin de içinde bulunduğu bir koalisyon partisi olduğunu, Cumhuriyet’in okullarında okuduğunuzu belirterek, sizin de bu oluşumun içinden geldiğinizi yazmıştı. Siz kendinizi Cumhuriyetçilik veya Atatürkçülüğe ne kadar yakın buldunuz, ne kadar içinden geldiniz?
Ben hidayetimize kadar, hatta hidayetimize yakın zamana kadar, 12 yaşına kadar Atatürkçüydüm. Ağlardım, canımı verirdim. “Onun parçalanan ciğerlerinin yerine ben ciğerlerimi veriyim, onun yerine ben gideyim” diye nasıl ağlardık radyonun başında. Ama ondan sonra hakikati o büyük ağabeyim vasıtasıyla öğrendik, hem anlattı, hem bazı kitaplar, dergiler falan getirdi, inanamadım, önce ağabeyime düşman gözüyle baktım, sonradan her şey dile geldikçe, “Eyvah nasıl aldatılmışız, nasıl bu kadar kör olabilmişiz” şeklinde şaşkınlıklarımız oldu. Daha sonra bizzat araştırmalarla bu perçinlendi.
“CUMHURİYET VE ATATÜRKÇÜLÜKTEKİ DOĞRULAR, EĞRİLERİ GÖTÜRMEZ”
“MEMLEKETİ YÖNETENLER HATASIZ, KUSURSUZ OLMALIDIR”,
Hülya Okur'un uzun ve keyifli söyleşisinin tamamını okumak için bu linki kullanabilirsiniz...