Kaplan: Risalelerin dili insanı sarsıyor
Risalelerin sadeleştirilmesinin tartışıldığı şu günlerde Bediüzzaman’ı, ilmini, cesaretini, son zamanlarda ona dair kaleme aldığı yazılarıyla dikkat çeken Gazeteci-Yazar Yusuf Kaplan çarpıcı açıklamalarda bulundu.
ABONE OLFatma Yılmaz'ın röportajı...
Bediüzzaman Said Nursî’nin eserleri olan Risâle-i Nur Külliyatı, genel anlamda yaşanan siyasi, sosyal ve en önemlisi kişisel sorunlara, sıkıntılara önemli ve müthiş çözüm teklifleri sunuyor. Vefatının üzerinden yarım asrı aşkın bir süre geçmesine rağmen hâlâ konuşulan ve yazdıkları birçok dünya diline çevrilen, Kur’ân ve sünneti kendine şiar edinmiş olan Bediüzzaman’ın tespitlerine şu çalkantılı asırda çok ihtiyacımız var.
1900'lü yılların başında, doğuda Medresetüz-Zehra adında, din ve fen ilimlerinin birlikte okutulduğu bir İslam Üniversitesi kurmak fikriyle İstanbul'a gelen ve hayatı boyunca bu fikrini gerçekleştirmek için gayret gösteren bir şahsiyet o. Belki istediği bir şekilde üniversite kuramadı, ama dünyanın her yerinde onun kitapları okunuyor, uluslararası arenalarda fikirleri hakkında sempozyumlar düzenlenip tespitlerinden faydalanılıyor.
Risalelerin sadeleştirilmesinin tartışıldığı şu günlerde Bediüzzaman’ı, ilmini, cesaretini, son zamanlarda ona dair kaleme aldığı yazılarıyla dikkat çeken Gazeteci-Yazar Yusuf Kaplan’la konuştuk.
Said Nursî’nin muhteşem bir zekâsı ve hafızası olduğu malum… Peki, bununla birlikte nasıl bir metot takip ediyordu acaba ilim tahsil ederken?
Bediüzzaman Hazretlerinin enteresan bir özelliği var. Klasik metinleri birkaç ay içinde oturmuş ezberlemiş, tahsil etmiş, yani klasik usulü aynen uygulamış. Nedir klasik usul? İlk önce kitabın kendisiyle haşir neşir olmuş. Küçük yaşlarda kitabın öğrenilmesi, hıfzedilmesi, temel ilimlerin tahsil edilmesi söz konusu. İslamî, Kur’ânî ilimleri tahsil ediyor, bunun dışında da daha akıl üzerinden işleyen mantık gibi dersleri tahsil ediyor.
Bugün biz bu klasik ilim tahsilinin çok çok uzağındayız. O yönteme yeniden dönmemiz lazım. Bediüzzaman’ın metnine o yüzden bizim ihtiyacımız var. Çünkü Bediüzzaman’ın metninde bütün İslamî ilimler mevcut. İslamî ilimler derken sadece tefsir, akaid, hadis usullerini değil, aynı zamanda kelam, hikmet, felsefe, mani, beyan, tarih, lisan gibi ilimleri de kastediyorum.
Bizim İslamî ilimleri sadece tahsil etmemiz değil, aynı zamanda onlara nüfûz edebilmemiz lazım. Şu an yaşadığımız süreçte sadece Müslümanların değil, batı dışındaki tüm toplumların sıkıntısı bu. Kendi kültürlerine veya batı dışındaki kültürlere, medeniyetlere, dinlere neyse o olarak nüfuz edebilme sıkıntısı yaşıyoruz. Biz buradaki algılama biçimlerimizle, modern, postmodern -ister bilerek ister bilmeyerek- vücut algılama, seküler algılama biçimleriyle klasik literatüre yaklaşıyoruz. Bu arızayı gidermek için de Risale-i Nurlar çok önemli.
Said Nursî kurmak istediği üniversite için padişahla görüşmeye gidiyor. Doğunun bir köşesinden İstanbul’a geliyor ve koca bir devletin sultanıyla görüşebileceğini düşünüyor. Onun bu motivasyonunun kaynağı nereden gelir, sırrı nedir?
Bunun, fikrî, sosyolojik ve siyasi nedenleri var. Doğuda özellikle Müslüman bir entelijansiyanın oluşması lazım. İlim, irfan, hikmet işleriyle uğraşan insanların oluşması lazım. Oradan yetişecek âlimlerin doğudaki çıkabilecek kargaşayı önleme ihtimali çok fazla. Çünkü Türkiye’nin modernleşmesi tırnak içinde batılılaşması, dolayısıyla Türkiye’nin İslamî tecrübesinden, derinliğinden uzaklaştırılması süreci var. Bu sürecin yol açabileceği sosyolojik, siyasi çalkantıların, zihnî savrulmaların önüne geçebilmek için hem İslamî ilimlerin, hem de fünun-u medeniye bilimlerinin de tahsil edileceği bir üniversiteden bahsediyor. O zamanlar bir şekilde medeniyet çökmek üzere. Meşrutiyetlerle birlikte bir batılılaşma dalgası var. Tanzimat ile birlikte medreseler gitmiş yerine mektepler gelmiş. Yani medreselerin son dönemi berbat, gelen mekteplerin de ne yapacağı belli değil. Nasıl bir insan tipi yetiştirecek, nasıl bir eğitim modeli var o çok belli değil. Üstad burada ana mecranın yitirileceğini düşünmüş olabilir, bunu bilemiyoruz.
Bu konuda elimizde çok fazla veri ve malzeme yok. Fakat yazılanlardan, ortaya koyduğu çabadan biz bu anlamda bir kaygı taşıdığını görüyoruz. Bizim kendi ilim, fikir ve düşünce geleneğimizin bir bütün olarak çağdaş dünyanın bilimleriyle de imtizaç edilerek öğretilmesini sağlayabilecek, dolayısıyla batılılaşmaya da, batıcı projelere de bir şekilde bu anlamda kısa devre yaptıracak bir proje. Ama burada şöyle bir şey yok; bir taraftan İslamî ilimler var, diğer taraftan batılı ilimler var. Yok öyle bir şey. Böyle algılamamak lazım. Risalelerde ulum-u İslamiye ile fünun-u medeniye diyor ya, bunu Bektaşi mantığıyla anlamamak lazım.
Metnin bütünü içinde anlamak gerek. Batıda geliştirilen bilimle ilgili zaten Bediüzzaman’ın metinlerinde gördüğümüz şey dehşet bir şey. Yaratıcı fikrinden uzaklaşmış bir bilim algısıyla çok şiddetli bir şekilde mücadele ediyor. Çok düz bir mantıkla batılı ilimlerle İslamî ilimleri mezcedin, hayır bu böyle değil. Bu, bu kadar basit değil. Ama şu var, o ilimleri alıp vahyin süzgecinden geçirerek, belli bir perspektifin bakış açısını yedirerek tahsil edebiliriz. Şöyle bir ayrıntı da var; ilmî, fikrî bir gelişme, bir sıçrama varsa biz ona kayıtsız kalamayız. Tarihte de böyle. Hiçbir şekilde Müslümanların böyle fobik bir tavrı olmamıştır, özgüven mevcuttur hep. Batılılar bunu böyle yapmadılar.
Bir sürü şeyi bizden aldılar, ama kaynaklarını açık etmediler. Bugün Descartes, Kant gibi bilim adamlarının -aynı zamanda felsefeci bunlar- kaynaklarını çok feci bir şekilde gizlediklerini görüyoruz. İşte Bediüzzaman’da bu özgüven var. Onun döneminde, Üstad’ın dışındaki âlimlerde çok fazla görmediğimiz bir şey. Diğerlerinde de var tabii. Meşrutiyet döneminde büyük bir fikrî sıçrama var. Ahmet Cevdet Paşa’dır, Sait Halim Paşa’dır, Elmalılı’dır… Tabiî ki bu insanların ortaya koyduğu çaba çok ciddi çaba. Ortak bir çaba var.
Zamanının din adamları, medrese mensupları meşrutiyetle birlikte hürriyete bile karşı çıkarken o neden meşrutiyete ve hürriyete sahip çıktı? Bu içtihadını neye dayandırıyordu?
Bediüzzaman çağının çocuğudur. Ama çağına bir şey söyleyebilmesi için kesinlikle çağının ağlarından kurtulması gerekir. Dolayısıyla çağının dışına çıkabilmesi, başka çağlara açılabilmesi gerekir. Bir düşünürün gerçek anlamda çağının çocuğu olabilmesi için çağının mahkûmu olmaması gerekir. Bediüzzaman bu anlamda batıda gelişen modern sürecin insanlığı nereye götürdüğünü özellikle 19. yüzyılda çok nefis bir şekilde görüyor; bir deizm kavgası var ve bu çok feci bir şekilde ateizme evrilecek, İslam dünyasındaki kitleleri de derinden sarsacak. Bunu görüyor ve hissediyor Bediüzzaman.
Çünkü Osmanlı’ya pozitivizm dalgası girmiş. Pozitivizm çok feci bir şekilde entelijansiyadır. Entelijansiyayı İslam’a karşı şüpheyle yaklaşır bir duruma getirmiş. İşte İslam bizi geri bıraktırdı, hayır İslam terakkiye mani değildir gibi saçma sapan şeyler konuşulmuştur. İslam terakkiye manidir veya mani değildir pozisyonları aynı zihin yapısının ürünüdür.
İslam terakkiye manidir diyen de, İslam terakkiye mani değildir diyen de aslında burada çuvallıyor. Terakkinin ne olduğunu bilmiyorlar, yani ilerleme dediğimiz şeyin ne olduğunu bilmiyorlar. İlerleme nedir, teknolojik ilerlemedir. Niteliksel değil nicelik olarak bir ilerlemedir. Yani insanın hayatını anlamlı kılabilecek, daha derunî bir şekilde hayatı anlamlandırabilmesini sağlayabilecek, daha huzurlu bir hayat yaşamasını sağlayabilecek, adaletin hakkaniyetin, farklı kültürlere, farklılıklara saygı duymasını sağlayabilecek bir ilerleme değil. Peki, ilerleme nedir? İlerleyen şey nedir? Gerilemek ne demek? Biz geri kaldık, gerideyiz, bunlar saçma sapan şeyler. Sonuçta gelinen noktada insanları kitleler halinde öldüren silahların yapıldığı, bütün kıtaların sömürgeleştirildiği bir uygarlık tecrübesi var. Batı uygarlığı, medeniyet değildir. Uygarlıktır, sivilizasyondur. Sivilizasyonla medeniyeti karıştırmamak lazım. Sivilizasyon sekülerdir, yataydır, tek boyutludur.
Medeniyet dediğimiz şey hem yatay, hem dikey eksenlidir, insanın hem ruhî, hem de fizikî boyutunu aynı anda harekete geçirir. Dolayısıyla geri kalmak, ileri gitmek kavramları çok problemli kavramlardır. Bediüzzaman metinlerinde bunlar üzerine yoğunlaşmak yerine aslında daha siyasal anlamda bu sömürgecilerin kurduğu düzenlerin bir şekilde çökmesini sağlayabilecek hürriyet gibi kavramlar üzerinde yoğunlaşıyor. Mesela liberalizmle ilgili söylediği şeyler çok önemli. Liberalizmin insanı nasıl dâlline sürükleyeceğini, nasıl aşağıların aşağısına sürükleyeceğini, sadece kendini düşündüğünü, hep bana meselesi üzerinde yoğunlaştığını çok enfes bir şekilde açıklıyor. Oradaki hürriyet algısı liberalizm değil. Şeriat-ı Garra-i Ahmediye diyor zaten. Dolayısıyla liberalizm, özgürlük, hürriyet, demokrasi gibi kavramların ancak İslam’ın filtresinden geçirildiği sürece anlam ifade edebileceğini vurguluyor. Yani o kavramlardan hareket etmek yerine İslamî ilkelerden o kavramlara gittiğini görmek lazım. Bugünkü teknoloji batı uygarlığının geliştirdiği hayat tarzının bir ürünüdür. O tür zaaflara, tuzaklara Bediüzzaman düşmemiştir.
“Ekmeksiz yaşarım hürriyetsiz yaşamam”a değinelim biraz. Şimdiki gençlik ideal ve şeriata uygun anlamda bu ruha nasıl kavuşabilir?
Sömürgecilik tecrübesiyle birlikte bütün insanlık tarihinde geliştirilmiş 26 medeniyetten 16’sını fiilen tarihten silen, batılıların başka medeniyetlere hayat hakkı tanımadığı, özgürlük, demokrasi ve insan haklarının olmadığı bir dönem. Özgürlük, demokrasi ve insan hakları… Batı uygarlığı başka coğrafyalara bunları götürmüş değil. Bunların hepsi retorik. Bu kavramların kendileri zaten sorunlu. İlk önce bu iş “hukukullah”tan başlar, “hukukulibad”dan başlamaz. Bediüzzaman’ın altını çizdiği şeylerden biri budur. Hukukullah'ı müdrik olmayan birisi hukukulibadı anlayamaz. Yaratıcı ile ilişkinin merkeze oturmadığı bir dünyanın insanı özgürlüklerin içine götüreceğini beklemeyin. Tam tersine insanı yaratıcıdan uzaklaştırdığınız andan itibaren özgürlük biter. Dostoyevski en büyük romancılardan birisi, söylediği şey şu; “Tanrı inancını yitiren bir insan, bu inancını yitirdiği andan itibaren artık her şeyi tanrılaştırmaya başlayan bir insandır.” Özgürlük, hürriyet, ekmek meselesini bence bu bağlamda anlamak lazım. Bediüzzaman bu konuda çok ciddi şeyler söylüyor. Kişi ancak Allah’a inancını ilan ettikten sonra hürdür. Gerçek anlamda eşyaya, arzularına, paraya tapınmaktan, onlara kul olmaktan ancak bu şekilde kurtulabilir. Hürriyet ancak kullukla olabilir. Kelime-i şahadette kelime-i tevhid açıkça belli değil mi? Önce “abduhu” sonra “resuluhu”. Hz. Peygamber (asm) önce kul, ondan sonra elçidir. Bu çok önemli bir şey. Kulluk elçilikten önce gelir. Resullük, elçilik Hz. Peygamber’in (asm) doğrudan Allah ile olan irtibatı ile ilgili birşeydir. O kulluğunu gerçekleştirecek dolayısıyla biz de ekmel insan olarak onun kulluğu üzerinden bizim kulluğumuzu test edeceğiz.
Risale-i Nur Külliyatı’nın dilinin bir medeniyet dili olduğunu yazdınız. Sadeleştirme tartışmalarını bu çerçevede değerlendirir misiniz? Sadeleştirme bu anlamda bir kayba yol açar mı?
Bediüzzaman’ın geliştirdiği iki dil var. Birincisi, İslâmî tefekkür geleneğinin şifrelerini çözerek günümüze taşıyan, kendine has bir Türkçe'dir: Bu Türkçe, bugün Türkiye'de hiç kimsenin vâkıf olamadığı ama en fazla vukûfiyet kesbetmeye ihtiyaç hissettiğimiz muhteşem ve muazzam bir Türkçe'dir; yapısı itibariyle sadece Bediüzzaman'a mahsus, sembolik ve metaforik dünyası son derece derin ve zengin bir dildir. Bugünkü Türkçe, mânâ ve ruh köklerinden, sembolik derinliğinden ve dünyasından arındırılmış, kendisiyle hiçbir özgün çabanın ortaya konulması mümkün olmayan, sekülerleştirilmiş, sığ bir dildir.
Bediüzzaman'ın Türkçe'nin bir anıt eserini ortaya koymasını sağlayan asıl şey ise, kurduğu ikinci dildir. Birinci dil, vasıta'dır; ikinci dil, vasat'a aittir. Bu iki dil, birbiriyle bağlantılıdır; biri olmadan, diğeri de olmaz ve var olamaz. Bu ikinci dil, bütün bir İslâm medeniyeti birikimini, münhasıran da tefsir, hadis, akaid, fıkıh, kelam, tasavvuf, felsefe, tarih, gramer, mantık, lisan gibi ilimlerden müteşekkil bütün bir İslâm düşüncesi geleneğini harekete geçirerek kurulmuş bir dildir. Dünya ve hayat tasavvurumuzun kaynağını oluşturan kavramlarımızın İslâmî bir düşünce inşası ameliyesi ile deşifre edilerek yeniden şifrelenmesi, kurulması çabasıdır bu. Medeniyetimizin solmaya yüz tutan dilini, bu dile hayatını ve hayatiyetini kazandıran ruhu, ruh-kökünü kavrayabilmek ve yeniden üretebilmek için Bediüzzaman'ı tanımak zorundayız. Bir dil, tıpkı Bediüzzaman'ın iki dil'i gibi, bir medeniyeti ifade ediyorsa ve bir medeniyetin -bütün boyutlarıyla- ifadesiyse hakîkî bir dildir; ve o dil üzerinden yeni yemişler devşirebilmek için yürünebilir ve yeni koridorlar açılabilir ancak.
Risaleler'in dili, insanı çarpan, cezbeden, sarsan, derinden etkileyen bir dildir.
Medeniyetlerde "dil" çok önemlidir. Ama medeniyetlerin varlıklarını sürdürebilmeleri, ancak insanların hayatlarında soludukları ve yaşadıkları "dil"i (hayatı) sürdürebilmeleri, bu dili değişen şartlarda ve mekânlarda yeniden üretebilmeleriyle mümkündür: İşte bu devamlılığı sağlayan, medeniyetin geliştirdiği hayatı, dünyayı her hâl ve her şartta solutan ve yaşatan süreci ve işlemi, üstdil olarak adlandırıyorum. Dil, medeniyetin hayat köklerini sunar; üstdil ise hayatiyet kaynaklarını. Medeniyetin hayatiyetini devam ettirebilmesi, üstdillerini geliştirebilmesiyle mümkündür. Eğer bir medeniyetin üstdil'i yoksa, yok olmuşsa, o medeniyetin dil'inin de, kendisinin de yok olduğuna hükmedebiliriz.
Bediüzzaman'ın geliştirdiği üstdil, onun, geçmişle gelecek arasındaki bağlarımızı muhkem bir şekilde kurarak geleceğin "burada" olmasını sağlayabilecek çağ açan bir düşünür olmasını sağlıyor.
Bediüzzaman’ın içinde yaşadığımız modern çağa en önemli mesajları ve katkıları hangi alanlarda ve hangi noktalarda olmuştur? İnsanlık bu mesajları doğru anlamış ve uygulamaya geçmiş midir?
Bediüzzaman'ın yaptığı işin çapını ve hayatiyetini kavrayabilmiş değiliz. Bediüzzaman, hem çağının çocuğudur ve çağının sorunlarını derinlemesine kavramıştır. Çağın ağlarına ve bağlarına takılmadan, bu ağları ve bağları kırarak, aşarak bize çağ açabilecek bir üstdil armağan etmiştir.
Bediüzzaman, Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçiş sürecinde düşüncesini kuran, hem İslâmî ilimlere, hem de çağdaş dünyanın bütün dünyayı büyük uçurumların eşiğine fırlatan felsefî sorunlarına derinlemesine ve vukûfiyetle vâkıf, tek ve son düşünürdür: Yani anahtardır. Ve her bakımdan anahtar ondadır: İslâm'ın kapısını, İslâm düşüncesinin kapısını, İslâm medeniyetinin kapısını ve bütün bunları mümkün kılacak, her alanda, İslâmî bir dil geliştirebilme çabasının kapısını onun anahtarıyla açabiliriz ancak.
Bediüzzaman'ın yazdıkları ve yaptıkları avâmî ve umûmî şeyler değildir. Elbette ki, umûmu da ilgilendiren; ama esaslı, köklü bir silkiniş, diriliş ve varoluş projesidir. O yüzden Bediüzzaman'ın asıl muhatapları havass'tır. Bediüzzaman, kitlelere yeterince ulaştırıldı zaten, ulaştırılıyor da. Fakat asıl yapılması gereken, Bediüzzaman'ın havass'a, yani dünyanın düşünce ufkuna ulaştırılabilmesi. Bediüzzaman'ın sözü, asıl muhataplarına hitap ettiği ândan itibaren, onun düşüncesi ve medeniyet projesi, bihakkın anlaşılabilir ve anlatılabilir.